Doktora Tezleri
Permanent URI for this collection
Browse
Browsing Doktora Tezleri by Language "tr"
Now showing 1 - 20 of 29
Results Per Page
Sort Options
Publication Metadata only Adölesan idiyopatik skolyozda hibrit telerehabilitasyon yöntemiyle uygulanan pilates-temelli egzersizlerin solunum fonksiyonları, solunum kas kuvveti, fonksiyonel kapasite ve denge üzerine etkisi / The effect of pilates-based exercises practised by hybrid telerehabilitation on respiratory functions, respiratory muscle strength, functional capacity and balance in adolescent idiopathic scoliosisMANZAK, AYŞE SENA; ÖZYILMAZ, SEMİRAMİSSkolyoz, omurga, toraks ve gövdenin pozisyon ve şeklindeki değişimleri içeren heterojen durumların tamamı için kullanılan genel bir terimdir. Adölesan İdiyopatik Skolyoz (AIS), bilinen her hangi bir neden olmaksızın, 10 yaş ve üstü sağlıklı bir bireyde koronal planda anormal spinal eğri oluşumu ve vertebraların rotasyonuyla karakterize bir deformite olarak tanımlanır. Cobb metoduyla ölçüldüğünde 10°'nin üzerinde spinal bir eğri görülmektedir. AIS'li hastalarda meydana gelen deformite; solunum fonksiyonları, solunum kas kuvveti, fonksiyonel kapasite, denge, yaşam kalitesi, periferik kas kuvveti ve kozmetik algı gibi birçok primer ve sekonder parametrede probleme neden olabilmektedir. AIS'de konservatif tedavi; gözlem, egzersiz eğitimi ve ortez yaklaşımlarını kapsamaktadır. Bu tedavide temel amaçlar; eğrinin progresyonunu durdurmak, mümkünse azaltmak ve AIS'in neden olduğu problemlerin önüne geçmek, var olan problemleri ise iyileştirmektir. AIS'li hastaların tedavisinde kullanılan bir çok farklı egzersiz eğitim yöntemi bulunmaktadır. Pilatestemelli egzersiz eğitimi de bu yöntemlerden biridir. Bu çalışma AIS'li hastalarda postüral düzeltmeleri ve eğri tipine-lokalizasyonuna göre belirlenen solunum paternini içeren ve hibrit telerehabilitisyon yöntemiyle uygulanan pilates-temelli egzersiz eğitiminin solunum fonksiyonu, solunum kas kuvveti, fonksiyonel kapasite ve denge üzerine etkisini araştırmayı amaçlamıştır. Çalışma kapsamında 10-18 yaş aralığında olan 32 AIS tanılı hasta randomize edilerek eğitim ve kontrol grubuna ayrıldı. Tüm hastalara Cobb açısı ölçümü, gövde rotasyon açısı ölçümü, fleksibilite değerlendirmesi, solunum fonksiyon testi, solunum kas kuvveti ölçümü, fonksiyonel kapasite değerlendirmesi, postüral stabilite-denge değerlendirmesi, core kas enduransı ölçümü, periferik kas kuvveti ölçümü, yaşam kalitesi ve kozmetik deformite algısı değerlendirmeleri yapıldı. Eğitim ve kontrol grupları egzersiz eğitimi süreçlerinin ilk 2 haftasında, haftada bir gün süpervize seanslara katıldı. Hastalar bu seanslar esnasında pilatesin temelleri, eğri tip ve lokalizasyonlarına göre belirlenen postüral düzeltmeler ve solunum prensipleri hakkında bilgilendirildi. Eğitim grubu sonraki 10 hafta boyunca haftada 3 gün fizyoterapist eşliğinde senkron online seanslara alındı, 4 gün egzersizleri evde sürdürüldü. Kontrol grubu ise aynı egzersizleri haftada 7 gün, 10 hafta boyunca evtemelli olarak sürdürdü. 12 Haftanın sonunda tüm değerlendirmeler tekrarlandı. Veri analizi için SPSS v.26 programı kullanıldı ve tüm analizler için anlamlılık düzeyi p<0,05 olarak kabul edildi. 12 Haftanın sonunda tedavi öncesine göre eğitim grubunda Cobb açısında, gövde rotasyon açısında, fleksibilite testlerinde, FEV1 ve PEF değerlerinde, MIP ve MEP değerlerinde, AHMYT mesafesinde, EMYT yürüme seviyesinde, stabilite limitleri testinin tamamlanma süresi dışındaki tüm xiii parametrelerinde, core kas enduransında, periferik kas kuvvetinde, yaşam kalitesinin ruh sağlığı parametresi dışındaki tüm parametrelerinde ve kozmetik deformite algı skorunda istatistiksel olarak anlamlı gelişmeler görüldü (p<0,05). Kontrol grubunda ise tedavi sonrasında tedavi öncesine göre; gövde rotasyon açısında, MIP ve MEP değerlerinde, AHMYT mesafesinde, stabilite limitleri testinin bazı parametrelerinde, sağ M. Biceps kuvveti parametresi dışındaki periferik kas kuvveti değerlerinde ve yaşam kalitesinin bazı parametrelerinde istatistiksel olarak anlamlı iyileşmeler saptandı (p<0,05). Eğitim ve kontrol grubu karşılaştırıldığında Cobb açısında, yana eğilme testlerinde, PEF değerinde, MIP ve MEP değerlerinde, EMYT yürüme seviyesi değerinde, stabilite limitleri testine ait genel skor, sola ve öne/sağa parametrelerinde, core kas enduransında, sol M. Quadriceps kuvvetinde ve kozmetik deformite algı skorunda eğitim grubunda daha fazla gelişme saptandı (p<0,05). Literatür ve çalışmamızın sonuçları göz önünde bulundurulduğunda, pilates-temelli egzersizlerin hibrit telerehabilitasyon yöntemiyle uygulanmasının ek gelişmeler sağlayabileceği, bu egzesizlerin ev-temelli veya telerehabilitasyon yöntemleriyle AIS'li hastalarda uygulanılabileceği ve rutin fizyoterapi programına eklenebileceği sonucuna varıldı. Anahtar Kelimeler: adölesan idiyopatik skolyoz, pilates egzersizleri, telerehabilitasyon, solunum fonksiyon testi, solunum kas kuvveti, fonksiyonel kapasite, denge, postural stabilite, core kas enduransı, periferik kas kuvveti, kozmetik deformite algısı, yaşam kalitesiPublication Open Access Afetlerde sanal gerçekliğin stres yönetimi üzerine etkisi / Effects of virtual reality on stress management of disastersÜLKER, VOLKAN; GÜLEN, BEDİASağlık hizmetleri, yeni teknolojilerden çok hızlı şekilde etkilenen alanlardan biridir. Sağlık hizmetlerinin sunumunda kullanılan teknolojiler doktorlara, hemşirelere ve diğer sağlık çalışanlarına daha az hatayla işlerini yapma şansı verirken hastaların da daha kısa sürede iyileşmelerini sağlamaktadırlar. Bunlara ek olarak kullanılan teknolojiler, hizmet verimliliğini arttırmada ve kalitenin yükseltilmesinde önemli etkenler arasında yer almaktadır. Bu teknolojiler arasındaki sanal gerçeklik teknolojilerinin, gelecekte sağlık hizmetlerinde önemli derecede etkili olacağı düşünülmektedir. Klinik açıdan da onaylanan sanal gerçeklik teknolojileri dünya çapında yaygın şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Sağlık bilimleri eğitiminde, geleneksel yöntem ve teknikler eğitimcilerin ve öğrencilerin ihtiyacını karşılamada, sorunlarını çözmede ve öğrencilerin öğreticileriyle etkileşim içerisinde kalmasında artık yetersiz duruma gelmiştir. Bundan dolayı da idareciler ve araştırmacılar eğitim ve öğretimde yeterli ve etkin bir model oluşturmak için teknolojik araçlardan yararlanmaya başlamıştır. Bu teknolojik araçlardan biri de etkileşimli öğrenmeyi sağlayan sanal gerçeklik teknolojileridir. Sanal gerçeklik, sanal çevrede kişiye herhangi bir durumun içinde onu yaşıyormuş hissi vererek ekstra bir boyut sağlamaktadır. Genel manada sanal gerçeklik, kurgu ve teknolojiyle gerçek ve hayalin birleştirilmesidir. Sağlık hizmetlerinde cerrahi, tedavi, rehabilitasyon ve eğitim alanında kullanılan bu teknolojiler hem hastalara hem de sağlık çalışanlarına işlerini yapmada kolaylık sağladığından uluslararası boyutta sağlık hizmetlerinde kullanımını yaygınlaştırmıştır. Bunlara paralel olarak uluslararası literatürde sanal gerçeklikle sağlık hizmeti arasındaki ilişki ve faydaları hakkında çok sayıda çalışma bulunmaktadır (1). Sanal gerçekliğin tıp eğitiminde kullanılmasının yaygınlaşması ile birlikte özellikle acil müdahale gerektiren ve stresli bir ortam olan olay yeri müdahale ekiplerinin eğitimi daha da önem kazanmıştır. Tüm dünyada acil komuta merkezlerine ulaşan çağrı ile görev tanımlaması olan ve olay yerine ilk müdahaleyi yapan acil müdahale ekipleri, olayın tanınması, bilginin komuta merkezine aktarılması, hayat kurtarıcı müdahalelerin yapılması, gerektiğinde olay yeri güvenliği ve tehditlerin giderilmesi için komuta kontrol merkezi aracılığıyla paydaş kurumlara (polis, itfaiye, Afad…) ulaşılması ve olaya maruz kalan kurbanın nihai tedavisinin sağlanacağı sağlık merkezine sevkinin ivedilikle gerçekleştirilmesini sağlamaktadır. Bu sürecin başından sonuna kadar acil müdahale ekipleri olaya bağlı, kişiye bağlı, ortama bağlı ve çevresel olarak stres altında görevlerini yerine getirmeye çalışmaktadır (2). Acil müdahale ekiplerinin müdahale ettiği çoklu yaralanmalı olaylarda, acil müdahale ekibindeki kişinin bilgi düzeyi, stres yönetimi ve hayat kurtarıcı triyaj ile müdahalelerin yapılması olaya maruz kalan kurbanların sağ kalımını arttırmakta ve olay yeri yönetiminin kalitesini üst düzeye çıkarmaktadır. Acil müdahale ekiplerinin belli eğitim düzeyine sahip olması ve alanda oaly yeri yönetiminde stresin azaltılması kişilere verilen eğitim ile uygun düzeye çıkarılmaya çalışılmaktadır. Kişilerin afetlerde olay yeri yönetimi çeşitli teorik, bilgisayar bazlı, operasyon bazlı ve çok paydaşlı tatbikatlar ile arttırılmaktadır. Bu eğitimlerin yapılabilmesi için büyük bütçe ve zamanlara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu eğitimlerin Sanal gerçeklik ile uygulanması kişileri gerçek hayattaki gibi afet olayların simüle edilerek düşük maliyet ile donanımını sağlamaktadır. Ayrıca bu eğitimlerin miktarının ve kalitesinin artması acil müdahale ekiplerinin afetlerde olay yeri yönetimi esnasında yaşadıkları stresi azaltmaktadır (3). Acil müdahale ekiplerine verilen olay öncesi eğitim ve yapılan tatbikatlar, kişilerin dayanıklılığını arttırarak değişik yaşam ortamlarına hızlı adapte olmalarını sağlamaktadır. Literatürde yapılan ve acil müdahale ekiplerinin dayanıklılık ve stres yönetiminde gerçeğe uygun olarak tasarlanan tatbikatların etkisinin fazla olduğu gösterilmiştir.Publication Open Access Affinite ajanlarının aspergillus oryzae'de üretim platformunun oluşturulması / Developing a biotechnological platform for the production of affinity reagents in aspergillus oryzaeKARAMAN, Elif; UYSAL, SerdarAntibodies are important molecules produced by living organisms' immune systems in reaction to foreign particles or antigens. For many years, monoclonal antibodies (mAbs) have been employed for therapeutic, diagnostic, and imaging applications. However, it is well known that mAb production has been limited by recombinant technologies due to their large (150 kDa) and complex structure, which includes disulfide bonds and precise post-translational modification required for the functionality. The main difficulties encountered in producing mAbs on a large scale include solubility and folding issues in Escherichia coli (E. coli) expression systems and the requirement of expensive and time-consuming production methods for obtaining low levels of mAbs in mammalian expression systems. Single-domain heavy chain antibody (VHH), also referred to as a nanobody, is a distinct class of antibody that Hamers first identified in camelids in 1993 as a component of heavy-chain antibodies (HCAbs). Due to its size of 4 nm and 2.5 nm in diameter, VHH is approximately 13 kDa and free of the light (L)-chain. Despite the fact that VHH only has three complementarity-determining regions (CDRs), it ensures extremely specific antigen binding affinity when compared to typical mAbs, which have six CDRs to sustain binding to an antijen. Furthermore, the prolonged CDR3 loop of VHH expands the binding surface by forming a convex structure to bind the concave antigens with great specificity, allowing it to interact with antigens like enzymes that mAbs cannot. The hydrophobic amino acids in the VL domain of conventional mAbs were replaced with smaller hydrophilic amino acids to compensate for the lack of the VL domain in VHH. Therefore, VHH can easily penetrate tissues owing to its small size compared to mAbs. The immunogenicity of VHH is low as domains share high sequence identity with human VH, but it can be arranged if it is required as VHH is easily modified. Due to its small size, high specificity and affinity, resilience to heat and denaturing chemicals, low immunogenicity, and high tissue penetration capability, VHH possesses special qualities that make it suitable as an affinity reagent. High-yield heterologous expression of mAbs, which are utilized as affinity reagents in biotechnological applications, is hampered by issues with three-dimensional folding and solubility challenging, as well as the requirement for expensive production procedures. On the other hand, VHHs are unique antibody fragments that are smaller in size than mAbs and have considerable advantages over them. VHHs have begun to replace mAbs in various biotechnological applications, including diagnostic, therapeutic, and imaging technologies, due to their small size, low immunogenicity, and excellent solubility behaviour. Aspergillus oryzae (A. oryzae) is a filamentous fungus that has been preferred in fermentation technology and industrial-scale production of biotechnological products for many years, and has been given a Generally Safe (GRAS) status by the United States Food and Drug Administration (FDA). Compared to the taxonomically closest Aspergillus species, A. oryzae possesses more genes in its genome, especially in terms of genes encoding hydrolytic enzymes. A. oryzae's robust secretion system makes it an ideal platform for the large-scale and reliable production of affinity reagents. The purpose of this thesis is to construct a biotechnological platform using A. oryzae as a host, which has evolved to become pyrG auxotrophic, and to demonstrate that a pyrG auxotrophic A. oryzae expression platform can be used to produce affinity reagents. Additionally, it was desired to purify the anti-RNase A VHH protein, which is specific to ribonucleic acid A (RNase A), which was chosen as the affinity reagent, on a small scale and at the fermenter level. The wild type A. oryzae RIB40 host microorganism was initially transformed by a deletion vector constructed from the upstream and downstream regions of the pyrG gene's open reading frame, without pyrG gene. Thus, homologous recombination was used to eliminate the pyrG gene from the wild-type A. oryzae genome. The pyrG gene encodes the orotidine monophosphate decarboxylase enzyme, which plays a role in the pyrimidine pathway; therefore, a pyrG auxotroph colony develops resistance to 5-FOA (5-fluoroorotic acid) and requires uracil and uridine for survival. To confirm gene deletion, repetaed streaking method on selective culture medium and qPCR analysis were performed. The expression studies of the recombinant anti-RNase A VHH protein were carried out using the pyrG auxotroph A. oryzae bacterium, whose gene deletion was confirmed. The coding sequence of the anti-RNase A VHH protein, which was codon-optimized for A. oryzae, was synthesized under the amylase promoter and an 8xHis tag attached to the C-terminus of the protein. After the transformation was achieved by the protoplast-mediated transformation method and the confirmation studies of the colony expressing the recombinant anti-RNase A VHH protein were performed, small-scale expression was carried out. VHH was successfully produced and secreted in the soluble form at approximately 13 kDa. Following the successful implementation of small-scale expression, large-scale production was practiced in a 6 L fermenter. Recombinant anti-RNase A VHH, which was expressed in A. oryzae, was purified by immobilized metal affinity chromatography (IMAC) method utilizing the 8xHis-tag at the C-terminus. The production yield achieved from small-scale expression was calculated to be 44 mg/mL, and the yield from expression in the fermenter was calculated to be 1.4 g/L. Gel filtration chromatography was conducted for further purification, and it was demonstrated that the expressed recombinant anti-RNase A VHH protein is monomeric. Total produced protein and expressed recombinant protein concentration were analyzed densitometrically and determined by the Bradford assay using bovine serum albumin (BSA) as a standard. Pull-down, gel filtration, and surface plasmon resonance (SPR) analyses were completed to ascertain the spesific interaction of anti-RNase A VHH with its target antigen, RNase A. Gel filtration chromatography assay revealed that the expressed anti-RNAse A VHH possessed the correct three-dimensional folding structure and could bind with its target antigen, while pull-down assay confirmed the existence of a spesific interaction between anti-RNase A VHH and RNase A. The binding affinity of anti-RNase A VHH expressed in A. oryzae against RNase A was determined to be 1.9 nM in the SPR analysis. According to the results, the anti-RNase A VHH affinity reagent was successfully purified on a large scale with a high binding affinity, resulting in the correct three-dimensional structure and monomeric behaviour on the the established pyrG auxotroph A. oryzae platform. From this perspective, the conclusions reached within the scope of the thesis prove that the pyrG auxotroph A. oryzae expression system, thanks to its strong secretion ability, is an ideal platform for the cost-effective production of VHH affinity reagents, which are required in various biotechnological applications and research studies, in high volume and with high binding affinity to the target antigen.Publication Open Access Atopik astımlı çocuklarda lomber stabilizasyon egzersizlerinin solunum fonksiyonları, solunum kas gücü, astım kontrolü ve fonksiyonel kapasite üzerine etkisi / The effect of lumbar stabilitation exercises on pulmonary functions, respiratory muscle strength, asthma control and functional capacity in children with atopic asthmaHEYBET, Safa; GÜRSES, Hülya NilgünAsthma is a chronic inflammatory disease characterized by increased bronchial airway sensitivity and reversible air obstruction with different stimuli, which can resolve by itself or with treatment. Recurrent inflammations of the airways increase the frequency of asthma attacks in children and decrease physical performance. Due to the pressure exerted by intense exercise on the airways, asthmatic children stay away from exercise, this time, their functional capacity is reduced and their daily qualifications are limited. In the light of all these data, this study aims to evaluate functional capacity, respiratory parameters, respiratory muscle strength and asthma control by giving lumbar stabilization exercise training to children with atopic asthma. The study included children aged 7-17 diagnosed with atopic asthma in the Department of Pediatric Chest Diseases, Bezmialem Vakıf University Hospital, and referred to the Cardiopulmonary Physiotherapy and Rehabilitation Department, Division of Physiotherapy and Rehabilitation. A total of 24 children, 12 in the study group and 12 in the control group, participated in the study. Demographic and clinical information of the subjects in the study and control groups were recorded at the beginning of the study, followed by respiratory muscle strength, with mouth pressure measurements (MIP and MEP), respiratory functions with spirometric pulmonary function test, asthma control with asthma control test and functional capacities with six minute walk test (6MWT). While the control group continued to take the standard medical treatment of the pediatric pulmonologist, the study group received training for eight weeks of lumbar stabilization as well as medical therapy. After eight weeks, the same tests were repeated for both groups. Core (body) stabilization exercise training protocol was applied to the study group. Paired Sample T-test or Wilcoxon test; For comparisons between groups, Independent Samples T-test or Mann Whitney U test was used. The significance level was accepted as p <0.05 for all analyzes. Demographic characteristics were not associated with asthma control (p> 0.005). While no significant improvement was observed in respiratory functions of the study group who applied lumbar stabilization exercises, a significant improvement was observed in respiratory muscle strength (p = 0.002) and functional capacity (p = 0.041). After eight weeks of treatment, a significant improvement was observed in the asthma control in both groups (p = 0.002 and p = 0.036). Benefit from regular and controlled exercise and sports activities was observed children with atopic asthma. Therefore, children with asthma should be encouraged to do so.Publication Open Access Bronşektazili çocuk hastalarda sanal gerçeklik temelli farklı egzersiz eğitimlerinin solunum fonksiyonu, solunum ve periferik kas kuvveti, fonksiyonel kapasite ve denge üzerine etkisi / The effect of different virtual reality-based exercise trainings on pulmonary function, respiratory and peripheral muscle strength, functional capacity and balance in children with bronchiectasisUÇGUN, HİKMET; GÜRSES, HÜLYA NİLGÜNBronşektazi, kronik inflamasyon ve enfeksiyonun bronş duvarlarında oluşturduğu hasara bağlı olarak bir veya birden fazla bronşta meydana gelen geri dönüşümsüz dilatasyon ve harabiyet ile karakterize kronik bir akciğer hastalığıdır. Özellikle düşük sosyoekonomik duruma sahip gelişmekte olan ülkelerde yaygın bir prevalansa sahip olan bronşektazi; ağır formlarında ve geç evrelerinde mortalite için önemli bir risk faktörüdür. Bozulan gaz değişim mekanizması ve sekresyonun hava yollarında oluşturduğu kalıcı obstrüksiyon; solunum fonksiyonu, solunum ve periferik kas kuvveti ve fonksiyonel kapasitede kayıplar meydana getirmektedir. Ek olarak akciğer dışı bir semptom olarak denge, kronik solunum sistemi hastalıklarında incelenmesi gereken güncel bir araştırma konusudur. Hastalığın tedavi ve yönetimine yönelik hazırlanmış kılavuzlarda, hava yolu temizleme teknikleri ve egzersiz eğitiminin önemi vurgulanmaktadır. Literatürde, hasta uyumu ve katılımın bir egzersiz programının etkinliğini belirlemede temel faktörler olduğu belirtilmekte ancak zayıf hasta uyumu ve düşük katılım oranı, bronşektazili hastalarda karşılaşılan yaygın sorunlar olarak bildirilmektedir. Kronik solunum sistemi hastalarında kullanımı giderek artan video oyun temelli sanal gerçeklik uygulamaları, alternatif ve yenilikçi bir fizyoterapi ve rehabilitasyon yaklaşımı olarak tanımlanmakta; hastaların motivasyon, ilgi, egzersize uyum ve aktif katılımını artırması sayesinde etkili ve yararlı bir yöntem olarak belirtilmektedir. Bilinen yararlarına rağmen bronşektazili hastalarda sanal gerçeklik temelli egzersiz eğitiminin etkilerini inceleyen sınırlı sayıda çalışma mevcuttur. Bu nedenle sanal gerçeklik temelli farklı egzersiz eğitimlerinin solunum fonksiyonu, solunum ve periferik kas kuvveti, fonksiyonel kapasite ve denge üzerine etkilerini araştırmak amacıyla bu çalışmayı planladık. Çalışmamız kapsamında yaşları 8-18 yıl aralığında olan 39 bronşektazili çocuk hasta randomize şekilde kontrol grubu (Grup 1), "Wii Fit" egzersiz grubu (Grup 2) ve "Breathing Games" egzersiz grubu (Grup 3) olarak 3 gruba ayrıldı. Tüm hastalara solunum fonksiyon testi (SFT), solunum ve periferik kas gücü ölçümü, 6 dakika yürüme testi (6DYT) ve "Biodex Balance System®" (BBS) cihazı ile postural stabilite, stabilite limitleri ve dengenin duysal entegrasyonu testleri uygulandı. Her üç grupta yer alan tüm hastalara, 8 hafta boyunca, haftada 5 gün, günde 2 kez diyafragmatik solunum egzersizi, torakal ekspansiyon egzersizleri, insentif spirometre ve osilasyonlu pozitif ekspiratuar basınçlı cihazlar ile egzersizler, postural drenaj ve perküsyon uygulamaları, öksürüğü geliştirme teknikleri ve fiziksel aktivite önerilerini içeren ev temelli göğüs fizyoterapisi programı verildi. Grup 2'de yer alan hastalar ev temelli göğüs fizyoterapisi programına ek olarak; 8 hafta süresince, haftada 2 gün, fizyoterapist eşliğinde aerobik egzersizlerden oluşan "Wii Fit" egzersiz programına alındı. Grup 3'de yer alan hastalar ev temelli göğüs fizyoterapisi programına ek olarak; 8 hafta süresince, haftada 2 gün, fizyoterapist eşliğinde solunum egzersizlerden oluşan "Breathing Games" egzersiz programına alındı. Sekiz haftanın sonunda tüm değerlendirmeler tekrarlandı. Veri analizi için IBM SPSS v.26 programı kullanıldı. Verilerin normal dağılım özellikleri Shapiro-Wilk testi ile incelendi. Grup içi verilerin karşılaştırılmasında normal dağılıma sahip verilerde Paired Sample T-test, normal dağılıma sahip olmayan verilerde ise Wilcoxon testi kullanıldı. Normal dağılım gösteren gruplar arası veriler One Way Anova testi ile karşılaştırıldı ve anlamlı fark bulunan değişkenler için farkın hangi gruplar arasında olduğunu tespit etmede post hoc test olarak Tukey HSD testi kullanıldı. Normal dağılım göstermeyen gruplar arası veriler ise Kruskal Wallis testi ile karşılaştırıldı. Nonparametrik testlerde anlamlı fark bulunan değişkenlerin hangi gruplar arasında olduğunu belirlemede üç grup için ikişer karşılaştırmalar şeklinde Mann Whitney U testi kullanıldı. Tüm analizler için anlamlılık düzeyi p<0.05 olarak kabul edildi. Sekiz haftalık eğitim sonrasında, Grup 1'de tüm SFT parametrelerinin hem ölçülen hem de % prediktif değerlerinde, maksimum inspiratuar ve ekspiratuar basınç (MIP ve MEP) değerlerinde ve 6DYT mesafesinde tedavi öncesine kıyasla istatistiksel anlamlı gelişme elde edildi (p<0,05). Grup 2'de ise tüm SFT parametrelerinin hem ölçülen hem de % prediktif değerlerinde, MIP ve MEP değerlerinde, sağ ve sol taraf M. Quadriceps ve M. Biceps kas kuvvetinde, dominant ve non-dominant taraf kavrama kuvvetinde, 6DYT mesafesinde ve BBS'de postural stabilite testinin, stabilite limitleri testinin ve dengenin duyusal entegrasyonu testlerinin tüm değerlerinde tedavi öncesine kıyasla istatistiksel anlamlı gelişme elde edildi (p<0,05). Grup 3'de ise tüm SFT parametrelerinin hem ölçülen hem de % prediktif değerlerinde, MIP ve MEP değerlerinde, 6DYT mesafesinde ve BBS'de postural stabilite testinin, stabilite limitleri testinin ve dengenin duyusal entegrasyonu testlerinin tüm değerlerinde tedavi öncesine kıyasla istatistiksel anlamlı gelişme elde edildi (p<0,05). Grup 1 ve Grup 2 arasında tedavi sonrası meydana gelen değişimler kıyaslandığında; Grup 2'de SFT'nin zorlu vital kapasite (FVC), zorlu ekspiratuar volüm 1. saniye (FEV1), tepe ekspiratuar akım (PEF) ve zorlu ekspiratuar akım %25-75 (FEF25-75) ölçümlerinin % prediktif değerlerinde, MEP değerinde, periferik kas kuvvetinin değerlendirildiği tüm parametrelerde, 6DYT mesafesinde ve BBS testlerinin tüm değerlerinde Grup 1'e kıyasla meydana gelen değişim istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05). Grup 1 ve Grup 3 arasında tedavi sonrası meydana gelen değişimler kıyaslandığında; Grup 3'te FVC, FEV1, PEF ve FEF25-75 ölçümlerinin % prediktif değerlerinde, MIP ve MEP değerlerinde ve BBS'nin postural stabilite ve dengenin duyusal entegrasyonu testlerinin tüm parametrelerinde, stabilite limitleri testinin ise "sola, sağa ve öne/sola" değerleri dışındaki tüm parametrelerde Grup 1'e kıyasla meydana gelen değişim istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05). Grup 2 ve Grup 3 arasında tedavi sonrası meydana gelen değişimler kıyaslandığında; Grup 2'de periferik kas kuvvetinin değerlendirildiği tüm parametrelerde ve 6DYT mesafesinde Grup 3'e kıyasla meydana gelen değişim istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05). Sonuç olarak, çalışmamız bronşektazili çocuk hastalarda sanal gerçeklik temelli egzersiz yaklaşımlarının geleneksel egzersiz yaklaşımlarıyla benzer kazanımlar sağladığını; özellikle çocuk hastalarda oyun temelli sanal gerçeklik uygulamalarının; egzersizlerin hedef odaklı, yüksek motivasyon ve tam katılım ile eğlenceli bir şekilde gerçekleştirilmesini sağlamasından dolayı tercih edilebilecek bir yaklaşım olduğunu göstermiştir. Ayrıca çalışmamızın sonuçlarına göre sanal gerçeklik temelli aerobik egzersiz eğitimi fonksiyonel kapasite ve periferik kas kuvvetinin; sanal gerçeklik temelli solunum egzersiz eğitimi ise solunum kas kuvvetinin gelişimine ek yarar sağlaması açısından tercih edilebilir bir yaklaşımdır.Publication Open Access Cerrahi ilk hastalarında diş hareket hızı ve kemik biyobelirteçlerinin değerlendirilmesi / Rate of tooth movement and bone biomarkers in surgert first patientsGÜLER, BEGÜM; KURT, GÖKMENDentofasiyal deformitenin düzeltilmesinde cerrahi ve ortodontik tedavinin beraber uygulandığı yöntem ortognatik cerrahi olarak adlandırılmaktadır. Geleneksel ortognatik cerrahi tedavisi öncelikle dişlerin düzeltildiği ortodontik tedavi aşamasını, ikinci olarakta çenelerin düzeltilip yeniden konumlandırıldığı cerrahi aşamayı içermektedir. Günümüzde ortodontik tedavi süresi hasta memnuniyetinin önemli bir belirleyicisidir. Geleneksel yöntemde preoperatif ortodontik tedavi süresinin 1-2 yıl arasında değiştiği ve bu süre zarfında hastanın yüz estetiği ile dental fonksiyonunun giderek kötüleştiği rapor edilmiştir. Hastanın asıl beklentisinin gecikmeli olarak karşılanması ve uzamış ortodonti tedavisi hasta memnuniyetini önemli ölçüde azaltmaktadır. Bu tür problemlerin giderilmesi ve estetik kaygılarının daha önce karşılanması için Cerrahi İlk yaklaşımı geliştirilmiştir. Bu yaklaşımda önce cerrahi tedavisi ile iskeletsel deformite giderilmekte sonra ortodonti tedavisi yapılmaktadır. Bu tekniğin en büyük avantajı ortodontik hazırlık aşamasının ortadan kalkması dolayısıyla hastanın estetik beklentisinin erken dönemde karşılanmasıdır. Ayrıca Cerrahi İlk yaklaşımı ile diş hareket hızının arttığı ve tedavi süresinin kısaldığı farklı çalışmalarda rapor edilmiştir. Kemik yapım ve yıkım biyobelirteçlerinin değerlendirildiği bir çalışmada cerrahi sonrası ilk 3- 4 aylık süreçte osteoklastik aktivitede artış saptanmış, bu artış bölgesel hızlanma fenomeni (RAP) ile ilişkilendirilmiştir. RAP travma sonrasında kemik dokusunda artan metabolik faaliyetler olarak tanımlanmıştır. Metabolik faaliyetlerdeki bu artışın diş hareketlerini de hızlandırdığı öne sürülmüştür. Çalışmamızda üst 1.premolar diş çekimi endikasyonu olan Cerrahi İlk yaklaşımı ile tedavi edilen hastalarla sabit ortodontik tedavi ile tedavi edilen hastaların diş hareket hızı ve kemik metabolizma belirteçlerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Cerrahi grubundaki hastalardan ameliyattan önce ve 1, 2, 3, 4 ay sonra, kontrol grubunda ise tedavi öncesi, distalizasyon öncesi, 1, 2 ve 3 ay sonra olmak üzere kayıt toplanmıştır. Bu kayıtlar diş eti oluğu sıvısı, fotoğraflar ve dental alçı modellerini içermektedir. Diş eti oluğu sıvısı Periopaper strip ile günün erken saatlerinde kanin dişin distalinden toplanmış, Periotron cihazı ile miktar tayini yapıldıktan sonra ölçüm yapılıncaya kadar -80° bekletilmiştir. Daha sonra bu numunelerden ELİSA kitleri ile kemik metabolizma belirteçlerinden kemik yıkım belirteci olan RANKL ve kemik yapım belirteci olan OPG miktarı tayin edilmiştir. Aynı dönemlerde hastalardan alınan alçı modeller 3Shape Ortho Analyzer ™ programı ile taranarak diş hareket miktarı belirlenmiştir. Cerrahi İlk hastalarında aylık ortalama kanin distalizasyon miktarı 1.54 mm iken, kontrol grubunda ise 1.07 mm olarak bulunmuştur (p=0.05). Distalizasyon kuvvetlerinin uygulanmaya başlandığı T2 döneminden itibaren RANKL miktarında gözlenen artış oranı, cerrahi ilk grubunda kontrol grubuna göre anlamlı miktarda fazladır. En yüksek değerine T4 döneminde ulaşmıştır. OPG miktarındaki azalma oranı ise cerrahi grubunda T2 döneminden itibaren anlamlı ölçüde daha fazladır. En küçük değerine T4 döneminde ulaşmıştır. Cerrahi grubunda RANKL/OPG miktarındaki artış ve kanin distalizasyon miktarındaki artış uyumludur. Bu çalışmanın bulgularına göre Cerrahi İlk uygulaması ile ortodontik diş hareket hızı artmaktadır. Cerrahi müdaheleye bağlı olarak RAP fenomeninin göstergelerinden biri olarak kabul edilen RANKL/OPG değişimi distalizasyon kuvvetlerinin uygulandığı ve özellikle antienflamatuar ilaçların etkisinin geçtiği 2. aydan itibaren gözlenmiştir.Publication Open Access Development of whole blood stage vaccine for malaria treatment via CRISPR-gene editing technology / CRISPR-gen düzenleme teknolojisi ile sıtma tedavisinde kullanılacak canlı zayıflatılmış kan evresi aşısı geliştirilmesiDEVECİ, GÖZDE; TEMEL, BİNNUR; S.I.ALY, AHMEDSıtma insanlık tarihinin ilk yıllarından beri özellikle gebe ve çocukları etkileyen ve binlerce insanın ölümüne yol açmış başlıca küresel sağlık problemlerinden biridir. Sıtma tedavisinde karşılaşılan en büyük zorluk sıtma ilaçlarına karşı gelişen ilaç direncidir. Sıtmanın yok edilebilmesi için aşılama en güvenilir ve önemli yöntemlerden biridir. Ancak sıtma tedavisinde kullanılacak mevcut bir aşının bulunmadığı ve geliştirilen alt birim aşı adayları etkinliğinin % 0-30 arasında olduğu rapor edilmiştir. Diğer yandan, deneysel aşılamalarda kullanılan canlı zayıflatılmış aşıların steril bağışıklığı indüklediği gösterilmiştir. Ancak gen düzenleme teknolojilerinin yetersiz olması canlı zayıflatılmış aşıların geliştirilmesini sınırlamaktadır. İnsan sıtma türünde nucleosit transport gen ailesinin 4 üyesi (NT1, NT2, NT3 ve NT4) tanımlanmıştır ve her bir aile üyesinin konakçıdan pürin alımında rol oynadığı düşünülmektedir. Bu tez çalışmasında nucleosit transport 1 geni P. yoelii ve P. berghei suşlarından CRISPR-Cas9 gen düzenleme yöntemiyle silinmiştir. CRISPR-Cas9 teknolojisi, çeşitli canlı organizma genlerinin düzenlenmesinde kullanılmaktadır. CRISPR-Cas9 teknolojisi homolog rekombinasyon temelli gen hedefleme yöntemini geliştirmede ışık tutmaktadır. Bu çalışmada ayrıca üretilen nükleosit transport 1 geni silinmiş parazit suşları ile karışık doz canlı zayıflatılmış kan evresi sıtma aşısı modeli geliştirilmiştir. Eşit miktarda Pbnt1(-) ve Pynt1(-) parazitleri karıştırılarak taze ya da dondurulmuş formda oluşturulan aşılar tek doz subkutan yolla farklı fare gruplarına injekte edilmiştir. Ardından aşının etkinliği yabanıl tür P. berghei ANKA ve P. yoelii 17-XNL ile intravenöz olarak injekte edilerek incelenmiş ve steril koruma gözlemlenmiştir. Elde edilen sonuçlar, genetik yöntemlerle zayıflatılmış iki farklı parazit türünün tek doz deri altı subpatent injeksiyonunun insanlarda da iki farklı türdeki sıtma infeksiyonuna karşı koruyucu olabileceğini düşündürmektedir. NT1 geni silinmiş parazitler pürin içeren kültürlerde üretilebilir ve endemik bölgelere dondurulmuş dozlar olarak sıvı nitrojen içinde gönderilebilir. Bu tezde ayrıca nükleosit transport 4 geninin plazmodium yaşam döngüsündeki rolü potansiyel sıtma aşı hedefi olarak incelenmiştir. NT4 nakavt P. berghei parazitleri üretilmiş, bu parazitlerin kan evresindeki gelişiminde belirli bir farklılık görülmemiştir. Ancak, sporozoitlerin ookistlerden çıkışı ve tükrük bezini istilasında bir kısıtlanma gözlemlenmiştir. Ayrıca, tükrük bezi ve hemolenften toplanan Pbnt4(-) sporozoitlerinin infeksiyona sebep olmadığı belirlenmiştir. Sonuç olarak gelecekteki NT4 geni sıtma transmisyon blokaj çalışmaları için umut vaadedicidir.Publication Open Access Dişsiz mandibulada kısa ve açılı implantlarla desteklenen tedavi seçeneklerinin stres dağılımlarının incelenmesi / Investigation of stress distributions of treatment options supported by short and tilted implants in the edentulous mandibulaÇOLAK, MURAT; KILIÇ, ERDEMFarklı sebeplerden dolayı kaybedilen dental fonksiyon günümüzde implant tedavisi aracılığı ile geri kazanılabilmektedir. Bu tedavi seçeneği özellikle atrofik tam dişsiz çenelerde karmaşık bir hal alabilmektedir. Hastalar farklı uzunluk, çap ve konumda yerleştirilen implantlar ile farklı teknikler ile tedavi olabilirler. Ancak bu tedavi yöntemlerinin hangisinin daha avantajlı olduğuna dair hala şüpheler bulunmaktadır. Çalışmamızda tam dişsiz atrofik mandibulaya uygulanan farklı sayı, açı ve uzunlukta implantlar kullanarak elde edilen yedi farklı grubu farklı iki çap ile çeşitlendirerek uygulanan tedavi seçeneklerinin birbirine göre avantajları ve dezavantajları incelenmiş, atrofik mandibulada uygulayabileceğimiz ideal tedavi seçeneğini saptamamız hedeflenmiştir. Sonlu eleman analizi tekniğinden yararlanarak planlanan gruplarda implant açısının, diziliminin, uzunluğunun ve çapının yanı sıra kantilever protez varlığının implantlar ve çevresinde bulunan kemik doku üzerinde oluşturduğu streslerin yanı sıra sonlu eleman analizi yöntemi kullanarak implant gövdelerinde oluşabilecek uzun dönem başarısızlıkların nerede ve ne zaman oluştuğu araştırılmıştır. Bu çalışmada alınan sonuçların gerçeği ideal şekilde yansıtabilmesi için modelleme aşamasında tam dişsiz atrofik mandibula modellenmiştir. Model üzerine daha önceden planlanan şekilde implantlar yerleştirildikten sonra Co-Cr metal alt yapı üzerine feldspatik porselenden ve akrilik kullanarak protez modellenmiştir. Bu modeller üzerine ağız ortamını daha iyi simüle edebilmek adına 45 derece açı ile 200 N kuvvet bilateral olarak en distalde bulunun dişlerin bukkal kasp tepesinden uygulanmıştır. Alınan sonuçlar uygun parametreler ile kıyaslandığında kantilever varlığının implant ve implant çevresindeki kemik üzerinde oluşan stresleri arttırdığı, açılı implant kullanımının geniş çaplı implantlarda düz implantlara kıyasla benzer performans sergilediği görüldü. Kısa implant kullanımının kantilever etkisini ortadan kaldırmak için iyi bir seçenek olduğu saptanmıştır. İmplant çapının azalması tüm gruplar implant ve çevresinde oluşan stresi arttırdığı ve implantların kullanım ömrünü azalttığı belirlenmiştir.Publication Open Access Ex vivo gen terapisiyle hipoparatiroidizm tedavisi modeli oluşturmaZEYBEK, Öykü; AKBAŞ, FahriHypoparathyroidism (hypo-PT) is a disease, caused by the lack of parathormone (PTH) and accompanied by a decrease in the calcium and an increase in the phosphate levels in serum. Lifelong use of high doses of oral Ca and vitamin D supplements are mandatory in the conventional treatment of chronic hypo-PT. Although the conventional treatment is symptomatic but not curative, it may cause very serious side effects in long-term use. Therefore, the necessity of developing new alternative therapies for hypo-PT is clearly seen. Gene therapy is a therapy method that can be preferred especially for the diseases that do not have a curative or effective treatment. Both its reliability and effectiveness have been increased in recent years due to the renewed gene transfer vector designs. Therefore it's aimed to show that it is possible to create an ex vivo gene therapy method for hypo-PT treatment on rats Our study is both the "first ex vivo gene therapy using autologous primary cells" and the "first study using lentiviral vectors for gene delivery" in the treatment of hypo-PT. Even if, in vivo gene therapy studies for hypo-PT have been performed before, "ex vivo method" which is preferred in our study, is more safer and manageable than "in vivo method". In our study, it was also aimed to prevent immune rejection by using autologous primary cells. In our thesis, seperate skin biopsies were excised from experimental animals and seperate autologous cell cultures were created for each animal. At the same time, lentiviral vector particles which are carrying "hPTH therapeutic gene" was constructed and then the autologous cells were transduced by lentiviral vectors to integrate the therepeutic gene hPTH into their genomes. Following transduction, high amounts of biologically active hPTH production and secretion from autologous cells was confirmed by both flourescent microscope images and biochemical tests. Thereafter therapeutic cells were injected subcutaneously into the rat body and hPTH production was confirmed in all experimental animals, demonstrating that "treatment of hypo-PT with ex vivo gene therapy in rats" may be feasible. However, it is observed that the hPTH values measured from the serum of rats after the therapy, remained below the physiological PTH reference range, it is estimated that the reason for this is that only a small amount of the therapeutic cells could engraft in the body after the injection, and the vast majority of them are removed due to the fact that they couldn't engraft into the body. As a result, due to the inadequate engraftment ratios of therapeutic cells, it is thought that hPTH levels remained below the physiological PTH reference ranges. In our future studies, it is planned to optimize the study protocol and to apply the injection of therapeutic cells with a suitable cellular matrix, thereby increasing the engraftment ratios of therapeutic cells into the rat body and thus the amount of hPTH production.Publication Open Access Geleneksel yüzey pürüzlendirme yöntemleri ile dijital olarak kontrol edilebilen er:Yag lazerin mine dokusu üzerindeki mekanik etkilerinin karşılaştırmalı olarak incelenmesi / Comparison of the effects of conventional enamel etching systems and digitally controlled er:Yag laser hand piece on human enamel tissue(Bezmialem Vakıf University, 2015) Karamehmetoğlu, Hilal; Üşümez, SerdarThe aim of this study was to compare the bracket bond strenght, AFM and SEM analysis of etched and debonded enamel surfaces using different enamel etching procedures. In this study intact, extracted 98 human maxillary teeth were used. 80 teeth were divided into four groups: Group 1: Acid (37% phosphoric acid), Group 2: Er:YAG laser (120 mJ, 10 Hz., 40% water, 50% air), Group 3: Er,Cr:YSGG laser (45 mJ, 50 Hz., 30% water, 60% air) and Group 4: Xrunner (100 mJ, 10 Hz., 40% water, 50% air, 2-horizontal+2-vertical scanning). After bonding the braces, samples were stored in distilled water at room temperature for 24 hours, and then thermocycling for a total of 5.000 cycles at 5°C – 55°C with a dwell time of 30 seconds was performed. The shear bond strength was measured by using a universal testing machine with a crosshead speed of 0.5 mm per second. After debonding, the amount of resin remaining on the teeth was determined using the adhesive remnant index. SEM and AFM images were taken from all groups one sample each for etched and debonded enamel surfaces. Er:YAG laser group showed the highest shear bond strenght values followed by acid, Xrunner, and Er,Cr:YSGG laser groups. But the difference was not statistically significant among the groups (p=0.148). There were statistically significant differences among the ARI scores of the groups (p<0.001). Acid group showed significantly higher values than laser groups. Our findings reported that enamel etching with acid, Er:YAG, Er,Cr:YSGG and Xrunner showed mean bracket bond strenght values which are above the range of clinically acceptable values in literature.Publication Open Access İki endemik sideritis türü üzerinde fitokimyasal ve biyoaktivite çalışmaları / Phytochemical and bioactivity studies on two endemic sideritis speciesYÜCER, RÜMEYSA; TOPÇU, GÜLAÇTIBu çalışmada ülkemiz için yüksek endemizm gösteren Sideritis cinsine ait iki tür olan Sideritis congesta P.H. Davis et Hub.-Mor. ve Sideritis stricta Boiss. & Heldr. apud Bentham için fitokimyasal ve biyoaktivite çalışmaları yürütülmüştür. İki bitkinin topraküstü kısımlarından maserasyon ile metanol (MeOH) ekstreleri ayrı ayrı hazırlanmış, ardından sıvı-sıvı geri-ekstraksiyon ile petrol eteri (PE), diklorometan (DCM), etilasetat (EtOAc) ve butanol (BuOH) ekstreleri elde edilmiştir. Seçilen ekstrelerde (MeOH, PE, DCM ve BuOH) sitotoksik aktivite WST-1 hücre proliferasyon testi ile MCF-7 ve MDA-MB-231 meme kanseri hücre hatları ile MCF-10A fibrokistik meme epitelyal hücre hattında test edilmiştir. Test edilen ekstreler içinde S. congesta için DCM ekstresi, S. stricta için DCM ve PE ekstreleri diğer ekstrelerden daha aktif olarak gözlenmiştir. S. stricta BuOH ekstresi, tüm ekstreler içinde en yüksek ekstraksiyon verimine sahip olduğu için ve S. congesta DCM ekstresi diğer ekstrelerden daha aktif bulunduğu için çeşitli kromatografik yöntemlerle saflaştırma işlemine tabi tutulmuştur. S. congesta DCM ekstresinden linearol, 7-epikandikandiol ve foliol; S. stricta BuOH ekstresinden ise 4'-O-metilhipolaetin-7-O-[6'''-O-asetil- β-D- allopiranozil -(1→2)- 6''-O-asetil]- β-D- glikopiranozit (F1), izoskutellerain-7-O-[6′′′-O-asetil-β-D-allopiranozil-(1→2)-6′′-O-asetil-β-D-glikopiranozit] (F2), 4′-O-metilizoskutellerain-7-O-[6′′′-O-asetil- β-D-allopiranozil -(1→2)-6′′-O-asetil- β-D- glikopiranozit] (F3), 3'-O-metilhipolaetin-7-O-[6'''-O-asetil- β-D- allopiranozil-(1→2)-6''-O-asetil- β-D- glikopiranozit] (F4), saflaştırılmıştır. Saflaştırılan maddelerin yapı tayini 1D ve 2D-NMR ile MS spektroskopik yöntemleri kullanılarak yapılmıştır. Sıvı-sıvı ekstraksiyonla elde edilmiş PE, DCM, EtOAc ve BuOH ekstrelerinde fenolik maddelerin tespiti ve miktar tayini LC-HRMS ile gerçekleştirilmiştir. Her iki bitkinin alt ekstrelerinin analizi en zengin fenolik madde içeriğinin EtOAc ve müteakiben BuOH ekstrelerinde olduğunu göstermiştir. S.congesta ekstrelerinde p-kumarik asit ve verbaskozit, S. stricta eksrelerinde ise verbaskozit ve klorojenik asit yüksek miktarda saptanmıştır. S. congesta DCM ekstresinden izole edilen linearol ve 7-epikandikandiol maddeleri için WST-1 testi gerçekleştirilmiş ve ekstrede linearolün yüksek miktarda bulunmasına rağmen aktivite göstermediği, dolayısıyla ekstrenin aktivitesinden sorumlu olmadığı, buna karşın 7-epikandikandiol 72 saat inkübasyon ile MCF-7, MDA-MB-231 ve MCF-10A hücre hatlarında orta-iyi derecede aktivite gösterdiği bulunmuştur (IC50 değerleri sırasıyla 12.39, 31.96 ve 11.90 µM bulunmuştur). Saflaştırılmış diterpenler (linearol, foliol ve 7-epikandikandiol) ile F2, F3 ve F4 flavonoid glikozitlerinde sitotoksik aktivite tayini resazurin testi ile CCRF-CEM ve çoklu ilaca dirençli CEM/ADR5000 lösemi hücre hatları kullanılarak da yapılmıştır. Flavonoid glikozitleri seçilen hücre hatları üzerinde aktif bulunmazken test edilen diterpenlerden en aktifi 7-epikandikandiol olarak saptanmıştır (IC50 değeri her iki hücre hattı için sırasıyla 16.83 ± 1.00 µM ve 31.52 ± 3.00 µM). Tez kapsamında Sideritis congesta, Zingiber officinale (zencefil), Tilia sp. (ıhlamur) ve Cinnamomum sp. (tarçın) bitkilerinin ekstreleri kullanılarak şurup formülasyonu hazırlanmış ve formülasyona giren bitkilerin geleneksel kullanımları doğrultusunda üst solunum yolları enfeksiyonu ile ilişkili semptomların azaltılmasında kullanılabileceği belirtilmiştir.Publication Open Access İnterstisyel akciğer hastalarında solunum kas eğitiminin solunum parametreleri, fonksiyonel kapasite, denge ve yaşam kalitesi üzerine etkisi / The effect of respiratory muscle training on respiratory parameters, functional capacity, balance and quality of life in interstitial pulmonary patientsAYDIN, ONUR; ÖZYILMAZ, SEMİRAMİSİnterstisyel akciğer hastalıkları (İAH); akciğer parankimini etkileyen belirli klinik, radyolojik ve histopatolojik özellikleri bulunan; inflamasyon ve fibrozis ile karakterize, akut ya da kronik seyirli bir parankimal akciğer hastalığıdır. İAH’ta hedef yapı interstisyum olup zamanla hastalığın ilerlemesine bağlı olarak alveoller, alveoler boşluklar, bronş lümeni ve bronişyoller de etkilenerek akciğer parankiminin tümünde tutulum görülür. İAH’ın tüm bu genel özellikleri egzersiz sırasında solunum iş yükünün artmasına ve ventilatuar bozulmaya neden olmaktadır. İAH’ta genel olarak semptomlar; dispne, öksürük, egzersiz intoleransı, yorgunluk, solunum ve periferik kas zayıflığı, fonksiyonel kapasite ve sağlıkla ilişkili yaşam kalitesinin azalmasıdır. İAH’ı olan hastalarda pulmoner rehabilitasyon (PR) programlarının semptom yönetimi, solunum ve periferik kas kuvveti, fonksiyonel kapasite, yaşam kalitesi, anksiyete ve depresyon üzerine etkilerinin gösterildiği çalışma sayısı kısıtlıdır. Kılavuzlarda; altta yatan hastalıktan bağımsız olarak tüm kronik solunum sistemi hastalıklarının tedavisinde PR’nin önemi vurgulanmış ve bu kapsamda PR programları önerilmiştir. Bahsedilen kılavuzlarda; solunum kas eğitimi şüpheli ve doğrulanmış solunum kas zayıflığı olan hastalarda PR’ye yardımcı tedavi olarak önerilmektedir. Literatürde kısıtlı sayıda çalışmanın bulunmasından ötürü, İAH hastalarında iyi yapılandırılmış ve denetlenen solunum kas eğitiminin solunum fonksiyonları, periferik kas kuvveti, fonksiyonel kapasite, denge ve yaşam kalitesi üzerine olası etkileri tam olarak bilinmemektedir. Bu nedenle, solunum kas eğitiminin solunum fonksiyonları, periferik kas kuvveti, fonksiyonel kapasite, denge ve yaşam kalitesi üzerine etkilerini araştırmak amacıyla bu çalışmayı planladık. Çalışmaya 24-75 yıl aralığında olan ve İAH tanısı ile takip edilen 24 hasta alındı. Bu hastalara solunum fonksiyon testi (SFT), solunum ve periferik kas kuvveti ölçümü, altı dakika yürüme testi (6DYT) ve “Biodex Balance System®” cihazı ile postural stabilite ve stabilite limitleri testleri yapıldı. Ayrıca hastaların dispne algıları ve yaşam kalitesi değerlendirildi. Kontrol grubundaki tüm hastalara 8 hafta süresince, haftada 5 gün ve günde 2 kez olacak şekilde solunum kontrolü, diyafragmatik ve bilateral segmental solunum egzersizleri, pektoral germe egzersizleri, etkili öksürük teknikleri, gevşeme pozisyonları ve yürüyüş önerilerini içeren ev temelli göğüs fizyoterapisi programı verildi. Eğitim grubundaki hastalara ise ev temelli göğüs fizyoterapisi programına ek olarak; 8 hafta boyunca, haftada 5 gün ve günde 2 defa 15 dakika uygulanmak üzere xvi Threshold IMT cihazı ile maksimum inspiratuar basıncın %30’u şiddetinde inspiratuar kas eğitimi verildi. Sekiz haftanın sonunda tüm ölçümler tekrarlandı. Veri analizi için SPSS v.26 kullanıldı. Analizlerde Shapiro-Wilk testi ile normal dağılım özellikleri incelendi. Niteliksel değişkenlerin analizi için Ki-kare (χ²) testi kullanıldı. Grup içi karşılaştırmalarda; normal dağılım gösteren gruplarda Paired Sample T-test, normal dağılım göstermeyen gruplarda Wilcoxon testi kullanıldı. Gruplar arası karşılaştırmalarda ise; normal dağılım gösteren sayısal verilerde Independent Samples T-test kullanıldı, normal dağılım göstermeyen gruplar arası karşılaştırmalarda Mann Whitney U testi kullanıldı. Grup içi ya da gruplar arası tüm analizlerde istatistiksel olarak anlamlılık düzeyi p<0,05 olarak kabul edildi. Sekiz haftalık tedavi sonrası hem eğitim hem de kontrol grubunda; “Modified Medical Research Council” (mMRC) skoru, maksimum inspiratuar ve ekspiratuar basınç (MIP ve MEP) değerleri, 6DYT mesafesi (6DYTM) ve %6DYTM değerlerinde ve St. George solunum anketinin (SGRQ) total ve aktivite skorunda istatistiksel açıdan anlamlı gelişmeler elde edildi (p<0,05). Eğitim grubunda bu gelişmelere ek olarak; vizuel analog skalanın (VAS) istirahat skoru, SFT parametrelerinden FEF25-75 değeri, M. Quadriceps kas kuvvetleri ve SGRQ’nun semptom ve etkilenme skorlarında anlamlı gelişmeler elde edildi (p<0,05). Eğitim ve kontrol grubu arasında tedavi sonrası meydana gelen değişimler kıyaslandığında; eğitim grubunda MIP ve MEP değerlerinde, 6DYTM ve %6DYTM değerlerinde ve SGRQ’nun semptom alt skorunda meydana gelen iyileşme kontrol grubuna kıyasla istatistiksel açıdan anlamlı şekilde daha yüksekti (p<0,05). Sonuç olarak, solunum kas eğitiminin İAH’lı hastalarda solunum kas kuvvetini arttırarak dispne algısını azaltabileceği, fonksiyonel kapasite ve sağlıkla ilişkili yaşam kalitesinde anlamlı gelişmelere neden olabileceğini düşünmekteyiz. Kılavuzlarda PR’ye ek olarak önerilen solunum kas eğitiminin, sağlanabilecek kazanımlar göz önünde bulundurulduğunda İAH’lı hastaların tedavisinde kullanılmasını önermekteyiz.Publication Open Access İşitme engelli çocuklarda core (gövde) stabilizasyon egzersizlerinin solunum kas kuvveti, solunum fonksiyonları ve postural kontrol üzerine etkisi / The effect of core stabilization exercises on the respiratory muscle strength, respiratory functions and postural control in children with hearing impairmentTUNCER, DENİZ; GÜRSES, HÜLYA NİLGÜNİşitme engelli (İE) çocuklarda yapılan çalışmalar; bu çocuklarda motor gelişimde gecikmeler, hareketlerin koordinasyonunda azalma, hipotoni, yaşıtlarına göre düşük kardiyorespiratuar seviye ve düşük musküler endurans gibi bir takım sorunlardan bahsetmektedir. Literatür incelendiğinde İE çocuklarda solunum fonksiyonlarının ve postural kontrolün değerlendirildiği çalışmalar ile karşılaşmaktayız. Ancak bu çocuklarda solunum kas kuvvetini değerlendiren çalışmaya rastlanmamıştır. Ayrıca bu çocuklarda tek başına uygulanan core (gövde) stabilizasyon egzersizlerinin solunum kas kuvveti, solunum fonksiyonları ve postural kontrol üzerine etkileri araştırılmamıştır. Bu nedenle core stabilizasyon eğitimin İE çocuklarda solunum kas kuvveti, solunum fonksiyonları ve postural kontrol üzerine etkilerini araştırmak amacıyla bu çalışmayı planladık. Çalışma kapsamında yaşları 9-15 yaş aralığında olan prelingual sensörinöral işitme kaybı tanısı almış 30 İE çocuk randomize şekilde çalışma ve kontrol gruplarına ayrıldı. Tüm olgulara solunum fonksiyon testi (SFT), solunum kas kuvveti ölçümü, "Biodex Balance System® (BBS)" cihazı ile postural stabilite, stabilite limitleri ve dengenin duyusal entegrasyonu testleri ve Denge Hata Puanlama Sistemi (DHPS) uygulandı. Kontrol grubuna herhangi bir eğitim verilmezken, çalışma grubuna birinci seviyede; stabil bir yüzeyde yapılan statik kontraksiyon eğitimi, ikinci seviyede; stabil bir yüzeyde yapılan dinamik eğitim, üçüncü seviyede; stabil olmayan bir yüzeyde yapılan dinamik ve dirençli eğitimden oluşan core (gövde) stabilizasyon eğitim protokolü uygulandı. Sekiz haftanın sonunda değerlendirmeler tekrarlandı. Veri analizi için SPSS v.20 programı kullanıldı. Niteliksel değişkenlerin analizi χ2-testi ile yorumlandı. Niceliksel verilerin dağılım özelliklerine göre grup içi karşılaştırmalarda Paired Sample T-test ya da Wilcoxon testi; gruplar arası karşılaştırmalarda ise Independent Samples T-test ya da Mann Whitney U testi kullanıldı. Tüm analizler için anlamlılık düzeyi p<0.05 olarak kabul edildi. Sekiz haftalık eğitim sonrasında çalışma grubunda zorlu vital kapasitede (FVC) ve tepe ekspiratuar akım hızında (PEF), maksimum inspiratuar basınçta (MIP), maksimum ekspiratuar basınçta (MEP), BBS'nin postural stabilite, stabilite limitleri ve dengenin duyusal entegrasyonu testlerinin tüm parametrelerinde anlamlı gelişmeler elde edildi (p<0,05). DHPS'nin düz zemin 'çift bacak', 'tek bacak', 'tandem' duruş ve köpük zemin 'çift bacak' ve 'tandem' duruş parametrelerinde anlamlı iyileşmeler sağlandı (p<0,05). Hiçbir eğitim verilmeyen kontrol grubunda ise solunum fonksiyonları, solunum kas kuvveti, BBS ve DHPS'de ilk ölçüm ve son ölçüm arasında anlamlı fark bulunmadı (p>0,05). Testlerin gruplar arası karşılaştırmasında ise solunum fonksiyonlarına ait parametrelerde gruplar arasında anlamlı fark görülmezken, solunum kas kuvveti ölçümünde MEP değerinde çalışma grubu lehine anlamlı fark bulundu (p<0,01). BBS'nin gruplar arası karşılaştırmasında postural stabilite testinin; 'genel' ve 'anterior/posterior', stabilite limitleri testinin; 'genel', 'sola', 'geriye/sola' ve 'geriye/sağa' parametrelerinde, dengenin duyusal entegrasyonu testinin; 'gözler açık/kapalı düz zemin', 'gözler kapalı köpük zemin' ve 'kompozit skor' parametrelerinde çalışma grubu lehine anlamlı artış saptandı (p<0,05). DHPS'nin gruplar arası karşılaştırmasında ise 'genel toplam skor'da çalışma grubu lehine anlamlı fark gözlendi (p<0,01). Literatürde sağlıklı ve hasta popülasyonlarında core stabilizasyon eğitiminin, solunum kas kuvveti ve solunum fonksiyonlarına ve postural kontrol üzerine olumlu etkisi olduğu bildirilmektedir. Çalışmamızın sonuçlarına göre, İE çocuklar için de benzer olumlu etkilerin olabileceği, core stabilizasyon egzersizlerinin ileri ve çok ileri derecede işitme kaybı olan çocuklarda solunum kas kuvvetini, solunum fonksiyonlarını ve postural kontrolü iyileştirdiği gözlenmiştir. Çalışmamızdan elde ettiğimiz sonuçların ışığında, bu çocukların rehabilitasyon programlarına core stabilizasyon egzersizlerini kapsayan bir eğitimin dahil edilmesi yararlı olacaktır.Publication Open Access İskeletsel sınıf III hastalarda şeffaf plaklar ile ortognatikcerrahi uygulamalarının dişsel, iskeletsel, yumuşak doku vekemik biyobelirteç değişimlerinin incelenmesi / Evaluation of dental, skeletal, and soft tissue changesof orthognathic surgery with clear aligners inskeletal class III patientsÜNSAL, HÜMEYRA; KURT, GÖKMENCerrahi öncesi ortodontik tedavi ortognatik cerrahi planlanan hastalarda en çok zaman harcanan aşamadır. Normal bir estetik görünüm beklentisiyle kliniğe başvuran iskeletsel anomaliye sahip hastaların beklentisinin tersine cerrahi öncesi ortodontik tedavi mevcut anomalinin tüm gerçekliğiyle ortaya çıkarılmasını sağlar. Günümüzde şeffaf plakların tanıtımı ve büyük ölçüde benimsenmesiyle beraber ortodontik tedavi bir değişim yaşamaktadır. Birçok hasta dentofasiyal deformitelerini de düzeltmek için ortognatik cerrahi gerektirenler de dahil olmak üzere estetik ve metal olmayan tedavi alternatiflerini talep etmektedir. Çalışmamızda Sınıf III cerrahi hastalarının hızlı tedavi olma ve estetik arzularına cevap verebilmek adına şeffaf plaklarla cerrahi öncesi tedavileri gerçekleştirilmiş, opere edilmelerine engel teşkil eden erken temaslar minivida uygulamaları ile ortadan kaldırılarak zaman kazanılmıştır. Hastaların cerrahi planlamaları ve splint üretimleri 3 boyutlu cerrahi planlama yazılımı sayesinde dijital olarak gerçekleştirilerek daha öngörülebilir bir cerrahi sunulmuştur. Cerrahi sonrası bölgesel hızlandırma fenomeni sayesinde plak değişimi hızı arttırılmış ve hastalara daha hızlı, konforlu, estetik ve hijyenik bir tedavi sunulmuştur. Çalışmaya sagital iskeletsel uyumsuzluğa sahip (ANB: 5,2°) 18-20 yaş aralığında (ort.18,2 yıl) dahil edilen 5 hastadan ameliyat öncesi ve sonrası olmak üzere iki farklı zamanda sefalometrik verileri elde edilmiş ve sert ve yumuşak doku analizleri gerçekleştirilmiştir. Hastaların cerrahi öncesi ve cerrahi sonrası 1.,2. ve 3. ay dişeti oluğu sıvı numuneleri toplanmıştır. Diş eti oluğu örnekleri Periopaper strip ile sağ üst ve alt kanin dişlerin mesial ve distalinden toplanmış, Periotron cihazında miktar tespiti yapılarak biyokimyasal ölçüm yapılıncaya kadar -80° de saklanmıştır. Daha sonra elde edilmiş örneklerden ELİSA kitleri ile kemik metabolizma biyobelirteçlerinden OPG, IL-1, TGF-1β ve OPN miktar tayini edilmiştir. Nicel değişkenlerin normal dağılıma uygunlukları Shapiro Wilk testi ile incelenmiştir. Normal dağılan değişkenler için iki bağımsız grup ortalama karşılaştırmasında student t testi, varyans homojenliği ise Levene testi ile incelenmiştir. Normal dağılmayan değişkenler için ise iki bağımsız ortalama karşılaştırmasında Mann Whitney U testi kullanılmıştır. Normal dağılım gösteren değişkenler için periyotlar arasındaki ortalamaların karşılaştırılmasında tekrarlı ölçümlerde varyans analizi yöntemi kullanılmış ve küresellik varsayımı Mauchly's test ile değerlendirilmiştir. Normal dağılmayanlar için ise Friedman testi kullanılmıştır. Hesaplamalarda istatistiksel anlamlılık düzeyi 0,05 olarak alınmış ve analizlerde SPSS (version 28) paket programı kullanılmıştır. 16 Çalışmamızda alt çenedeki Osteopontin ve Interlökin-1b değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı artışlar tespit edilmiştir. Alt çene kanin dişinin distal dişeti oluğu sıvı örneklerinde OPG değerinde anlamlı düşüş görülmüştür. Çalışmamızın gruplar arası karşılaştırılmasında T2 ve T3 zaman diliminde OPG değer ortalamaları kontrol cerrahi grubunda, şeffaf plaklarla cerrahi grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düşük bulunmuştur.Üst çene kanin dişinin mesial ve distal dişeti oluğu sıvısı örneklerinde istatistiksel olarak anlamlı artış tespit edilmiştir. Erken cerrahi hastalarının ameliyatları tamamlanmış ve tüm bireyler estetik ve uyumlu bir dentofasiyal ilişkiye geleneksel yöntemden daha erken dönemde kavuşmuştur. Tüm çalışma grubu hastaları cerrahi öncesi dönemde prematür kontakları elimine etmek ve transvers yöndeki uyumsuzluğu çözmek amacıyla minivida destekli biyomekaniklerle desteklenmiştir. Böylelikle cerrahi operasyonda daha fazla ve dengeli bir yüzey teması elde edilmiştir. Çalışma grubu hastalarda şeffaf plaklarla hijyeni sağlama kolaylığı ve periodontitis insidansının düşük olması ölçümlerde salt RAP fenomenine bağlı biyobelirteç artışlarını vermiştir. Çalışma grubu hastalarında RAP fenomenine bağlı olarak ortodontik diş hareketi artmıştır ve şeffaf plak değişimi hızlanmıştır (ortalama 5 gün).Publication Metadata only K vitamini ölçüm metodunun geliştirilmesi ve referans aralığının belirlenmesi / Development of vitamin K measurement method and determination of reference rangeDEMİREL, Metin; ŞELEK, ŞahabettinVitamin K plays a crucial role in essential metabolic processes such as post-transcriptional modification of glutamic acid residues, bone mineralization, calcium homeostasis, and cell cycle regulation in the human body. Therefore, determining the level of vitamin K is of great importance in diagnosing complications related to its deficiency. In this doctoral thesis, the aim is to develop an LC-MS/MS measurement method with analytical performance characteristics compliant with standards for vitamin K and its derivatives, using an innovative extraction method that provides high recovery without solid-phase extraction. Additionally, the goal is to determine the reference range of vitamin K specific to the Turkish population. This will contribute to the determination of serum vitamin K levels in patients and the diagnosis of complications related to vitamin K deficiency. During the preparation of standards, Vitamin K-d7 (5,6,7,8-d4, 2-methyl-d3) was used as the internal standard. All standards were dissolved in methanol. The internal standard solution was prepared at a concentration of 500 ng/mL. For method calibration, standards were prepared with Phylloquinone and Vitamin K2 (MK-4) chemicals at concentrations ranging from 500 ng/mL to 0.06 ng/mL. Each calibration standard was supplemented with the internal standard to a final concentration of 10 ng/mL. During the preparation of serum samples, the internal standard prepared with Vitamin K-d7 (5,6,7,8-d4, 2-methyl-d3) was added first. Ethanol, methanol, acetonitrile, chloroform, n-hexane, lipase, and ammonium sulfate solutions were used to precipitate proteins in the serum. Incubation was performed in a hot water bath (37 °C) and a deep freezer (-20 °C) for 15-30 minutes, followed by vortexing and centrifugation. The upper phase was collected and evaporated using a concentrator device. The residue was dissolved in 2-propanol, acetonitrile, and methanol chemicals to prepare analytes for serum samples. The prepared analytes were analyzed using liquid chromatography-high resolution mass spectrometry. Atmospheric pressure chemical ionization (APCI) was used as the ionization source in the mass spectrometer. Chromatographic separation was performed using a C18 - 100 x 2 mm - 3 µ column at 40 °C. The mobile phase consisted of 0.1% formic acid in water and a mixture of methanol/acetoneitrile (3:1, v/v). The developed final method underwent validation studies including tests for limit of detection, linearity, accuracy, precision, and robustness. In the limit of detection tests, analytes of Vitamin K, MK-4, and MK-7 with a concentration of 0.5 ng/mL were analyzed in 10 replicates. The obtained results were multiplied by three times the standard error to determine the detection limit. The standard error was multiplied by ten to establish the quantification limit. For the linearity tests, calibration standards were prepared at 10 different concentrations. The prepared standards were analyzed in six replicates, and a calibration curve was plotted. The results were analyzed through regression analysis. In the accuracy, precision, and robustness tests, Vitamin K analytes at concentrations of 5, 10, and 20 ng/mL were prepared. The analytes were prepared by two different analysts on two separate days and analyzed in 10 replicates. The analysis results were used to calculate intra-day and inter-day average and relative standard deviation. In the recovery tests, a serum pool sample was prepared and divided into two portions. One of the portions was spiked with a 1 ng/mL Vitamin K solution. The analytes were analyzed in 10 replicates. The obtained results were used to calculate percent recovery and bias. Serum samples from a total of 64 healthy female and 67 healthy male control group volunteers who met the inclusion and exclusion criteria were collected to determine the reference range for Vitamin K in the Turkish population. The collected samples were prepared and analyzed according to the final sample preparation procedure of the developed method. Statistical analyses performed during the validation studies were carried out using the R programming language in the RStudio software, utilizing the dplyr, tidyr, and ggplot2 packages. Spectrum analyses were conducted using the open-source software MZmine 3. Reference range calculations were performed using the Python programming language on the Google Colab platform, employing the pandas, numpy, matplotlib, and seaborn libraries. In the selected method for The calibration standard for Vitamin K1 was performed with 6 replicates, resulting in a correlation coefficient of 0.9957. During the intra-day analysis, it was determined that the analytes stored at room temperature and 2-8°C did not pose any issues. However, due to the light sensitivity of Vitamin K and its derivatives, storage conditions should be kept dark. Vitamin K, MK-4, and MK-7 analytes were analyzed with 10 replicates, and the standard error of the results was calculated as 0.009. Based on this, the method's limit of detection (LOD) and limit of quantification (LOQ) were calculated as 0.02 ng/mL and 0.09 ng/mL, respectively. The average relative standard deviation was determined as 2.15%. In the recovery tests, the levels of Vitamin K, MK-4, and MK-7 in the prepared serum pool sample were found to be 1.72 ng/mL, 0.84 ng/mL, and 0.53 ng/mL, respectively. An additional 1 ng/mL of Vitamin K was added to the sample, and after analyzing with 10 replicates, the average percent recovery values for Vitamin K, MK-4, and MK-7 were calculated as 94%, 88%, and 85%, respectively. For the determination of the reference range, a reference population consisting of 64 healthy female and 67 healthy male control group volunteers who met the inclusion and exclusion criteria was included. As a result, the reference range was calculated as 0.1-1.2 ng/mL. The method can provide results within a maximum of 30 minutes, including the pre-processing steps. Its distinguishing features from other methods in the literature include the absence of solid-phase extraction filters during the pre-processing step and the ability to deliver rapid results. After conducting method validation studies in research laboratories, it can be used for its intended purpose. Once method comparison and method validation studies are completed, it can be implemented for routine use. Python programming language was used to write the code for determining the reference range of Vitamin K, MK-4, and MK-7. To establish laboratory-specific reference ranges, which are recommended in clinical laboratories, this code can be integrated into laboratory information systems for all parameters. Enzyme-assisted extraction can also be utilized in the development of methods for quantifying other fat-soluble vitamins. Further research studies can be conducted in this field.Publication Open Access Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) olan hastalarda yaratıcı dans temelli egzersiz eğitiminin solunum, denge ve kognitif fonksiyonlar, solunum ve periferik kas kuvveti ve fonksiyonel kapasite üzerine etkisi / The effects of creative dance based exercise training on respiratory, balance and cognitive functions, respiratory and peripheral muscle strength and functional capacity in patients with chronic obstructive pulmonary disease (COPD)KAYA, Meltem; GÜRSES, Hülya NilgünChronic obstructive pulmonary disease (COPD) is one of the main causes of high mortality and morbidity all over the world; which is a common, treatable and preventable disease characterized by progressive and irreversible airflow limitation and has systemic effects besides respiratory system involvement. In patients, increased work of breathing, decreased of pulmonary function, peripheral and respiratory muscle strengths and functional capacity are as important contributors to exercise intolerance. Additionally; other extrapulmonary system problems focused on patients with COPD are affecting balance and cognitive functions. In the guidelines; the importance of multidisciplinary pulmonary rehabilitation (PR) programs for the management of the disease is emphasized and individualized exercise training is an essential component of these programs. In the literature; although there are many studies showing the beneficial effects of traditional exercise training programs in patients with COPD, it is reported that the participation and attendance rates of patients in these programs are low. Despite the potential benefits of creative dance-based exercise training, which is an alternative and innovative approach to increase the compliance and motivation of patients with the exercise program, have been shown in the literature, no study was found in which creative dance was used as an exercise training method in patients with COPD. Therefore; we planned this study to investigate the effects of creative dance-based exercise training on pulmonary, balance and cognitive functions, respiratory and peripheral muscle strength and functional capacity. Our study included 24 patients who were followed up with the diagnosis of COPD in Bezmialem Vakıf University, Faculty of Medicine, Department of Chest Diseases, who met the inclusion criteria and agreed to participate in the study on a voluntary basis. Patients were randomized into two groups as experimental and control. Body composition, pulmonary function test, Modified Medical Research Council Dyspnea Scale, COPD Assessment Test (CAT), BODE index, postural stability, limits of stability and sensory integration tests with Biodex Balance System® (BBS), Montreal Cognitive Assessment (MoCA), respiratory muscle strength, six-minute walking test (6MWT) and peripheral muscle strength measurements were performed of all patients. A home based chest physiotherapy program including diaphragmatic, chest and bilateral segmental breathing exercises, incentive spirometry (Triflo®), breathing control, relaxation positions and effective coughing techniques and physical activity recommendations was given to be repeated twice a day, five days a week for eight weeks to the patients in the experimental and control groups. In addition to this program, the patients in the experimental group received creative dance-based exercise training in Pulmonary Rehabilitation Education and Research Laboratory for eight weeks two days a week under the supervision of a physiotherapist who received creative dance instructor training. All evaluations were repeated at the end of eight weeks. SPSS v.26 program was used for data analysis. Shapiro-Wilk test was used to analyze whether the data showed a normal distribution. Analysis of qualitative variables was interpreted with the χ2-test. For numerical data with normal distribution: Paired Sample T-test was used for intragroup comparisons and Independent Samples T-test was used for intergroup comparisons. For non-normally distributed or ordinal data :Wilcoxon test for intragroup comparisons and Mann Whitney U test was used for intergroup comparisons. The significance level for all statistical tests was set at p<0,05. After eight weeks of training in the experimental group; CAT, BODE index and MoCA scores, all both measured and percent expected values of the pulmonary function test, maximum inspiratory and expiratory pressures (MIP-MEP), right and left M. Quadriceps and M. Biceps muscle strengths, and dominant and non-dominant hand grip strength, 6MWT distance and all parameters of postural stability,limits of stability and sensory integration tests of BBS significantly improved (p<0,05). In the control group; CAT, BODE index and MoCA scores, MIP and MEP values, 6MWT distance, only "medial/lateral" parameter of postural stability test and only "backward/left" parameter of limits of stability test of BBS significantly improved (p<0,05). In the intergroup comparisons of the tests; CAT and MoCA scores, all parameters of pulmonary function test, MEP value, all parameters of peripheral muscle strength, 6MWT distance, all parameters of postural stability and sensory integration tests and all parameters of the limits of stability test except for the right, forward/left and backward/left parameters was higher in the experimental group compared to the control group (p<0,05). As a result; we think that creative dance-based exercise training in COPD patients can be preferred as an alternative to traditional exercise training, as it is an enjoyable and interesting approach that increases motivation and participation rate. In addition, it shows that creative dance-based exercise training can be preferred as an aerobic exercise training method because of it does not require equipment and has exercise variety.Publication Open Access Mandibulanın cerrahi olarak saatin tersi yönünde rotasyonundan sonra posterior açılı kondil üzerinde oluşan streslerin değerlendirilmesi / Stress distrubition of posteriorly inclined condyles after surgically induced counter-clockwise rotation of the mandibleÇAKILTAŞ, Sevim; KÜTÜK, NükhetIn our study, posterior angular condyle stress was evaluated after conterclockwise rotation and advancement of mandible with Sagittal Ramus Osteotomy (SSRO) technique, which is widely used in orthognathic surgery. In this study, Finite Element Analysis (SEA) method, which is supported by literature, has been used. The aim of the study was determine the maximum stress areas in the condyle and the stability and relapse problems after 5 different amounts mandibular advancement. In our study computed tomography image of a patient with an anterior open bite has been computerized and mandible model was created by using Finite Element Analysis method. By operating bilateral sagittal split ramus osteotomy on the mandible model, 2 different advancements (5 and 10 mm) and counter-clockwise movement operations, also models which the lower limit of the proximal segment was correctedand left passively in place during fixation of bone segments, were developed. The pressure, tension and Von Mises stresses on the posterior angular mandibular condyle were evaluated by the SEA method. Stress intensity of mandibular condyle varies according to the amount of advancement of the mandible. As the amount of advancement increases, the amount of stress increases in the posterior and lateral sides of the condyle. The mandible may show angular changes and deplase depending on the amount of condyle advancement and fixation. The posterior angulation of the condyle in the rigid fixation stage affects the amount and intensity of the stress. The posterior angulation of the condyle increases the intensity of stress. In cases with mandibular progression and counter-clockwise rotation, the amount of stress on the condyle increases as the amount of mandibular advancement increases. When the mandibular condyle is not retained its original position and in angular posterior during fixation, the amount of stress increases. When the condylar is exposed to overload, its feeding from the synovial fluid begins to decrease and resorption develops. Excessive advancements are not suitable for TMJ tissues.Publication Open Access Mekanik dayanımları iyileştirilmiş polimerik hidrojel sistemleri / Mechanically enhanced polymeric hydrojel systemsALEMDAR, MAHİNUR; TUNCABOYLU, DENİZ CEYLANYumuşak malzemelerin kullanıldığı pek çok alanda jellerin iyi mekanik özelliklere sahip olmaları kritik önem taşımaktadır. Doğal ya da sentetik polimerlerden elde edilen jeller birtakım avantajlara sahip olsalar da fizyolojik sıvılarda çok fazla şişerek genellikle çok kırılgan bir yapıya dönüşmektedirler. Bu tezin amacı, mekanik özellikleri kontrol edilebilir ve geliştirilebilir hidrojel elde edilebilmesi için, ağ yapıda moleküler seviyede bir enerji dağılım mekanizması oluşturmaktır. Bu amaç doğrultusunda hazırlanan bu tez iki bölüm şeklinde tasarlanmış olup ilk kısımda doğal bir polimer olan nişasta, ikinci kısımda ise sentetik Pluronik F127 (PF127) zincirleri kullanılarak hidrojeller hazırlanmış ve literatürde mevcut nişasta ve PF127 esaslı jellerin mekanik dayanımları arttırılmıştır. Tezin ilk bölümünde, sırasıyla lineer ve dallanmış şekilde bağlanan aynı tekrar birimlerine sahip iki homopolimer olan amiloz ve amilopektin zincirlerinden oluşan nişasta kullanılmıştır. Nişasta, yapısında bulunan hidroksil gruplarının varlığından dolayı, hidrojellerin oluşumunu içeren çeşitli uygulamalarda işlevselliğin değiştirilmesi ve geliştirilmesi amacıyla kolaylıkla modifiye edilebilir. Doğrudan çapraz bağlama durumunda, nişasta zincirlerindeki hidroksil gruplarının bir kısmı, iki veya çok işlevli bileşiklerle reaksiyona girmeye duyarlıdır. Nişastayı çapraz bağlamak amacıyla polisakkarit kimyasında en yaygın kullanılan çapraz bağlayıcı olan epiklorohidrin (ECH) kullanılmıştır. ECH üzerindeki epoksi ve halojenür grubu, nişasta yapısındaki hidroksit grubu ile reaksiyona girerek iki polimer zincirini çapraz bağlamaktadır. Bu tezde yüksek amiloz içeriğine sahip nişasta (Hylon VII) - ECH hidrojellerinin viskoelastik özellikleri araştırılmıştır. Reaksiyon bileşenlerinin konsantrasyonuna, nişastanın amiloz oranına ve yapıya başka bir polisakkarit olan Hyaluronik asit (HA) katılımına bağlı olarak jel özelliklerinin değişimi incelenmiştir. Elde edilen malzemeler şişme, viskoelastik ve morfolojik özellikleri açısından değerlendirilmiştir. Elastik ve viskoz modüller, nişasta ve ECH konsantrasyonlarına bağlı olarak artarken, NaOH'ın mol oranının, çapraz bağlama reaksiyonlarında anahtar bir parametre olduğu bulunmuştur. Devamlı basamak-deformasyon testi sırasında düşük amiloz oranı içeren ağ yapının, sol-jel geçişleri sonrası başlangıç mekanik dayanımının yaklaşık %92 ± 4'ünü kaybettiği görülmüştür. Amiloz oranı arttırıldığında ise ağ yapı sol-jel geçişlerinden sonra tamamen orijinal hallerine dönmüştür. Yüksek amiloz oranlı jeller için zamana bağlı relaksasyon testleri gerçekleştirilmiş ve yapısal dinamiklerin, HA'nın daha küçük ve daha kararlı gözenek yapılarıyla birleştirilmesiyle bir miktar bastırıldığı gözlemlenmiştir. Tezin ikinci kısmında, "Poloksamerler" olarak da bilinen ve FDA tarafından insan kullanımı için onaylanan Pluronikler kullanılmıştır. Bu moleküller hidrofilik polietilen oksit (PEO) ve hidrofobik polipropilen oksit (PPO) zincirlerinin PEO-PPO-PEO üçlü blok şeklinde birleştiği yapılardır. Pluroniklerin en önemli özelliği, konsantrasyona bağlı farklı geçiş sıcaklıklarında ısıya duyarlı misel oluşturmalarıdır. Yüksek konsantrasyonlarda, sol-jel geçişi oda sıcaklığının altında gerçekleşir. Bu nedenle, polimer oda sıcaklığında su içinde çözüldüğünde, PPO'nun hidrofobik doğası nedeniyle miseller kendiliğinden birleşir. Pluronik çözeltileri düşük sıcaklıklarda sıvı halde iken, belirli sıcaklık değerlerinin üzerine çıktıklarında jel formuna geçmekte ve soğutulduğunda tekrar sıvı hale gelmektedir. Pluronik ailesi içerisinde, medikal ve farmasötik uygulamalarda en çok tercih edilen üye, yüksek suda çözünürlüğü ve nispeten uzun hidrofobik birimleri sayesinde yüksek hidrofobik etkileşimlere sahip Pluronik® F127 (PF127)'dir. Pluronik kopolimerler, belli bir sıcaklıkta çok hızlı bir şekilde sıvı halden jel formuna geçseler de oluşan hidrojellerin mekanik dayanımlarının yetersiz olması nedeniyle fizyolojik koşullarda uzun süre dayanamazlar. Bu durum Pluronik temelli sistemlerin en önemli dezavantajlarından biridir. Hem mekanik olarak güçlü hem de enjekte edilebilir jeller elde etmek için sıcaklığa duyarlı PF127 miselleri, ışığa duyarlı kumarin ve azobenzen gruplarını tekrar eden birimler olarak taşıyan amfifilik kopolimerlerle birleştirilmiştir. Böylece sıcaklığa duyarlı PF127 esaslı akıllı jellerin mekanik dayanımlarının iyileştirilmesinin yanı sıra ışık duyarlılığına sahip enjekte edilebilir yapıların elde edilmesi amaçlanmıştır. Bu amaçla toplamda dört monomer sentezlenmiş ve tersinir katılma-ayrılma zincir transfer (RAFT) polimerizasyonu yoluyla polimerize edilmiştir. Sentezlenmiş olan polietilen glikol (PEG) bazlı makroRAFT ajanı kullanılarak amfifilik diblok terpolimerler elde edilmiştir. Kopolimerlerin yapıları, karakterize edilmiş ve amfifilik diblok terpolimerler, suda miseller halinde bir araya getirilmişlerdir. UV ışık altında kromofor grupların varlığına bağlı misel çekirdeklerinin çapraz bağlanması UV spektroskopisi ile incelenmiştir. Jellerin reolojik özellikleri sıcaklık, bileşim, UV maruz kalma süresi, gerinim ve frekansın bir fonksiyonu olarak değerlendirilmiş enjekte edilebilirlikleri analiz edilmiştir. Hazırlanan formülasyonların hem ısıya hem de ışığa cevap verdiği, PF127 yapılarına kıyasla mekanik özelliklerinin iyileştiği ve enjekte edilebilir olduğu ortaya konmuştur. Son aşamada ise sisteme fonksiyonlandırılmış kitosan (f-kitosan) dahil edilmesiyle gözenekler arttırılarak ilaç taşıma uygulamalarında kullanılmaya yönelik ilk adımlar atılmıştır.Publication Open Access Normal ve fazla kilolu hastalarda diş hareket hızı, kemik metabolizması belirteçleri ve tükürük leptin seviyelerinin karşılaştırılması / Comparison of rate of tooth movement, bone metabolism markers and salivary leptin levels between normal and overweight patientsMADAK, NURPER; KURT, GÖKMENBirçok metabolik hastalığı beraberinde taşıdığı bilinen obezite, her yaşta ciddi sağlık problemlerine yol açabilen prevalansı yüksek, yaygın bir sağlık sorunudur. Obez insanların serum leptin konsantrasyonları obez olmayanlara oranla oldukça yüksektir. Leptin, kemik remodelinginden sorumlu sitokin benzeri etkilere sahiptir, bu nedenle leptin seviyesinin ortodontik diş hareket hızı üzerinde bir etkisi olabileceği düşünülür. Bu kapsamda, bu çalışmanın amacı üst birinci premolar çekimi ve kanin distalizasyonu gerektiren normal ve fazla kilolu bireyler arasındaki ortodontik diş hareket hızını değerlendirmek, tükürük leptin konsantrasyonunu karşılaştırmak ve diş hareket miktarıyla leptin arasındaki korelasyonu araştırmaktır. Ayrıca dişeti oluğu sıvısından (DOS) elde edilen Osteoprotegerin (OPG) ve Reseptör Aktivatör Nüklear Faktör Kappa B Ligandı (RANKL) seviyelerinin diş hareketi süresince değişimi incelenecektir. Çalışma için ortodontik tedavi talebiyle başvuran 12-18 yaş aralığındaki adölesan hastalardan her grupta 10 kız 6 erkek olacak şekilde 32 hasta seçilmiştir. Hastaların yaş ortalaması 15,58±1,55'tir. Beden kitle indeksi (BKİ) verilerine göre 25-29.9 kg/m2 arası olan hastalar fazla kilolu tanımına uyduğu için çalışma grubunu, 18.5–24.9 kg/m2 arası olan normal kilolu hastalar ise kontrol grubunu oluşturmaktadır. Hastalardan ortodontik tedavi öncesi (T0), distalizasyonun başladığı gün (T1), distalizasyonun 1. günü (T2), 1. ay (T3) ve distalizasyon tamamlanana kadar takip eden her ay kayıt alınmıştır. Bu kayıtlar; ağız içi fotoğraflar, üst çene dental ölçüsü, randomize olarak seçilen sağ veya sol üst kanin dişin distalinden kağıt şerit ile alınan DOS örneği ve stimule edilmemiş tükürük örneğidir. Seviyeleme tamamlandıktan sonra 0.016 x 0.022 çelik teller takılarak kanin dişlerden birinci molar dişlere uzanan Nikel-Titanyum (NiTi) kapalı sarmak yaylar ile 150 gr kuvvet uygulanarak kanin distalizasyonu gerçekleştirilmiştir. Toplanan bütün tükürük ve DOS örnekleri biyokimyasal analizleri yapılana kadar -80°C'de saklanmıştır. Üst çene alçı modelleri dijital ortama aktarılmıştır. Dijital modeller üzerinde, en az değişiklik gösterdiği bilinen ruga bölgesinde, 3. rugaların medial uçları ve insiziv papillanın en posterior ucu işaretlenerek 3 boyutlu çakıştırma yapılmıştır ve diş hareket miktarı ölçülmüştür. Elde edilen veriler, bağımsız örneklem t testi, Mann Whitney U Testi ve Pearson korelasyon testi kullanılarak %95 güven aralığında istatistiksel olarak değerlendirilmiştir. Analizler sonucunda BKİ değeri yüksek olan hastaların tükürük leptin düzeyi, normal kilolu hastalara göre yaklaşık 3 veya 4 katından daha fazla olduğu bulunmuştur. (p≤0,01) Leptin seviyesi yüksek olan hastaların diş hareket hızının azaldığı, tedavi süresinin uzadığı tespit edilmiştir. (p≤0,01) Fazla kilolu hastaların diş hareket miktarı (1,03±0,09), BKİ normal sınırlar içinde olan bireylere (1,25±0,13) göre düşüktür. (p≤0,01) Hem BKİ yüksek hem de normal değerlere sahip bireylerde diş hareket miktarı ve tükürük leptin seviyesi arasında, fazla kilolu bireylerde daha güçlü olmakla birlikte, yüksek korelasyon tespit edilmiştir. (p<0,05) Diş hareketi boyunca her iki grupta da DOS OPG seviyesinin önce azaldığı daha sonra hafif oranda yükseldiği tespit edilmiştir. Normal kilolu bireylerin OPG seviyesi tüm zaman dilimlerinde fazla kilolu hastalardan yüksek bulunmuştur. Diş hareketi süresince DOS RANKL düzeyinin ilk olarak artış gösterip daha sonra hafifçe azaldığı tespit edilmiştir. Normal kilolu bireylerin RANKL seviyesi tüm zaman dilimlerinde fazla kilolu hastalardan düşük bulunmuştur. Anahtar Kelimeler: BKİ, Diş hareket hızı, Tükürük Leptin, DOS, OPG, RANKLPublication Open Access Ortodontik tedavi görmemiş bireylerde midpalatal sutur matürasyonunun bilgisayarlı tomografi ile değerlendirilmesi / Evaluation of the midpatal suture maturation by computerized tomography in orthodonticcally nontreated individualsYEŞİL, GÖKÇEN; YILMAZ, BERZABu retrospektif çalışmanın amacı; ortodontik tedavi görmemiş bireylerde midpalatal sutur matürasyonunu değerlendirmek, hızlı üst çene genişletmesi (RME) gereken bireylerde midpalatal sutur (MPS) dışında en fazla direnç gösteren zygomatikomaksiller sutur (ZMS) matürasyonunu değerlendirmek, sfenooksipital sinkondrosis (SOS) kapanma derecesini ve ZMS, SOS ve MPS yapılarının olgunlaşma derecesi arasında korelasyon varlığı araştırılmasıdır. Ayrıca çalışmaya palatinal kemik kalınlığı ve palatinal kemik uzunluğu (ANS-PNS) ölçümlerinin MPS matürasyonu ile korelasyon varlığının doğrulanmasıdır. Çalışmada Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Radyoloji Bölümünde çekilmiş paranazal sinüs bilgisayarlı tomografi (BT) arşiv görüntüleri kullanılmıştır. Arşiv bilgilerine dayanarak 7-30 yaş aralığında 312 hastanın verileri değerlendirilmiş ve hastalar yaş aralıklarına göre 6 gruba ayrılmıştır. 1. grup 7-10 yaşlarındaki bireyler, 2. grup 11-13 yaşlarındaki bireyler, 3. grup 14-16 yaşlarındaki bireyler, 4. grup 17-20 yaşlarındaki bireyler, 5. grup 21-25 yaşlarındaki bireyler ve 6. grup 26-30 yaşlarındaki bireylerden oluşmaktadır.Tüm hastaların BT görüntülerinde MPS, ZMS ve SOS matürasyon dereceleri sınıflandırılmıştır ve palatainal kemik kalınlığı ile palatinal kemik uzunluğu ölçülmüştür. Araştırmada elde edilen veriler SPSS (Statistical Package for Social Sciences) for Windows programı kullanılarak analiz edilmiştir. MPS, ZMS matürasyonu ve SOS kapanma derecesi arasında pozitif ilişki bulunmuştur (MPS-ZMS r=0.816, MPS-SOS r=0.736, ZMS-SOS, r= 0.868, p=0,000<0.05) Çalışmada varılan bir diğer sonuç; palatinal kemiği kalın ve kısa olan bireylerin maksillofasiyal sutur matürasyonlarının gecikmesi ve iskeletsel yaşının kronolojik yaşına göre geriden geliyor olmasıdır (MPS-Palatal bone thickness r=0,405, MPS-Palatal bone length r=0,387, p=0,000<0,05). Çalışmada adolesan dönem sonrası (17 yaş üstü) bireylerde sutur gelişimi ya da iskeletsel yaş açısından cinsiyetler arası fark bulunmamıştır (p>0,05). Adölesanlarda ve öncesinde iskeletsel olarak kızların erkeklerden en az 1 yıl daha önce olgunlaştığı ve sutur matürasyonlarının daha erken gerçekleştiği sonucuna varılmıştır. Sonuç olarak MPS matürasyonunun, ZMS matürasyonu, SOS kapanma derecesi ve palatinal kemik morfolojisi ile ilişkili olduğu bulunmuştur.