Tıpta Uzmanlık Tezleri

Permanent URI for this collection

Browse

Recent Submissions

Now showing 1 - 20 of 316
  • PublicationOpen Access
    Çocukluk çağı atopik dermatitli hastalarda dermatolojik yaşam kalitesi değerlendirilmesi /
    ÖZGÜÇ ÇÖMLEK, FATMA; NURSOY, MUSTAFA ATİLLA
    Bu çalışma atopik dermatit hastalığının, hasta ve ailelerinin yaşam kalitelerini etkilediğini belirlemek amacıyla planlandı. Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Allerji ve Dermatoloji Polikliniklerine başvuran 0-18 yaş arasındaki Hanifin Rajka tanı kriterleriyle atopik dermatit tanısı koyulan 120 hasta çocuk ve ailesi çalışmaya alındı. Çalışmaya alınan hastalar aktif ve remisyon olarak 2 guruba ayrıldı. SCORAD ağırlık indeksi ile hastaların hastalık şiddeti, hafif, orta ve ağır olarak sınıflandırıldı. IgE, eozinofili, Allerji Deri Testi (ADT) sonuçları olmayanlar tamamlandı. Hastaların okuma yazma bilen ve anketi doldurabilecek olanları Çocuk Dermatoloji Yaşam Kalite İndeksi (CDLQI) isimli anketi kendileri doldurdu. Kendileri dolduramayacak olanların Bebeklerin Dermatolojik Yaşam Kalite İndeksi (IDLQI) isimli anket aileleri tarafından dolduruldu. Ayrıca her bir hasta için, Aile Dermatolojik Yaşam Kalitesi İndeksi (FDLQI) isimli anket ebeveynlerden birisi tarafından dolduruldu. Cevaplandırılması istenilen tüm anketler, her bir soru için maksimum üç puan alınabilecek toplam on sorudan oluşuyordu. Hastaların işaretledikleri kutucuğa göre hiç (sıfır puan) sadece biraz (bir puan) fazla (iki puan) oldukça fazla (üç puan) puanlama yapıldı. Remisyon gurubunda FDLQI, IDLQI ve CDLQI sırasıyla ortalama 2, 2 ve 2,5 puan alırken, aktif guruptakiler sırasıyla ortalama 9, 9 ve 11 puan alarak anlamlı farklı saptandı. Atopik dermatit hastalığının özellikle aktif dönemde hem hasta hem ailesinin yaşam kalitesini anlamlı şekilde etkilediği belirlenmiş oldu. SCORAD indeksine göre, 120 hastanın %40 oranla 48 hasta hafif AD, %40 oranla 48 hasta orta AD, %20 oranla 24 hasta ağır AD olarak değerlendirildi. SCORAD indeksi ağır olan gurupta anlamlı olarak yaşam kalitesi anket sonuçları yüksek saptandı. IX Remisyon ve aktif dönem hasta gurupları arasında anket sonuçlarına göre, aile dermatolojik yaşam kalitesi, infant dermatolojik yaşam kalitesi ve çocuk dermatolojik yaşam kalitesi etkilenmesinde istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı. (p<0,05) IgE, eozinofili düzeylerinin ve ADT test sonuçlarının hastalık şiddeti ve yaşam kalitesi etkilenmesi ile anlamlı ilişkisi görülmedi. (p>0,05) ADT yapılan hastaların %65 'inde herhangi alerjene duyarlılık saptandı. ADT yapılamayan 2 yaş altı hastaların %9,6'sında spesifik pheitop pozitif saptandı. Sonuç olarak, atopik dermatit hastalığı; şiddeli kaşıntılar, özellikle bebeklik döneminde kaşıntıların tetiklediği uyku bozuklukları, herhangi allerjen tespitinde önerilen alerjen diyeti gibi durumların beslenme alışkanlıkları üzerinde sebep olduğu değişiklik ve diyet uyum güçlükleri, dış görünümün özellikle önemli olduğu adölosan döneminde ciltte ki lezyonlar nedeniyle yaşam kalitesini olmsuz etkileyebilmektedir. Bu sebeple, tedavisi multidisipliner olarak planlanıp gerektiğinde hem aile hem de hasta için psikososyal destek mekanizmaları devreye sokulmalıdır.
  • PublicationOpen Access
    Kalça protezi operasyonlarında postoperatif analjezi amacıyla uygulanan intravenöz ve epidural hasta kontrollü analjezi yöntemlerinin karşılaştırılması / Postoperative analgesia after total hip replacement surgery for the purpose of comparison of intravenous and epidural patient-controlled analgesia
    ESEN, YASİN; DOĞAN, ZAFER
    Amaç: Kalça protezi ameliyatı ortopedinin majör ameliyatları arasında yer almakta ve buna bağlı olarak hastalar ameliyat sonrasında ciddi şekilde ağrı hissetmektedirler. Bu ağrı hissi, hastaların rehabilitasyonunda olumsuz etki oluşturmaktadır. Biz çalışmamızda genel anestezi altında kalça protezi ameliyatı olan hastalarda, postoperatif epidural ve intravenöz hasta kontrollü analjezi yöntemlerinin analjezik etkinlik, yan etkiler ile hasta ve cerrah konforu açısından karşılaştırılmasını amaçladık.Yöntem: Bu çalışma BAV Üniversitesi B.30.2.BAV.0.05.05/260 sayılı, 9 / 5 karar nolu Etik Kurulu onayı alındıktan sonra Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı Ortopedi ve Travmatoloji Kliniği Ameliyathanesinde ve Ortopedi ve Travmatoloji Kliniği Servisinde yapıldı. Çalışmaya tek taraflı total veya parsiyel kalça protezi yapılacak, ASA I-III sınıfı, 40-80 yaş arası 40 hasta dahil edildi. Hastalar randomize olarak 20'şer kişilik iki gruba ayrıldı. Genel Anestezi + Epidural Hasta Kontrollü Analjezi (HKA) uygulanan olgular ?Grup I? (EA n:20), İntravenöz (İV) HKA uygulanan olgular ?Grup II? (GA n:20) olarak adlandırıldı. Her iki grupta da operasyon için benzer genel anestezi protokolü uygulandı. Grup I'deki hastalara ameliyat sonrası analjezi için epidural HKA cihazı hazırlandı. İlaç olarak %0,125 Bupivakain + Fentanil 1?g/ml kullanıldı ve cihaz 8ml yükleme, 6ml/h infüzyon, 4ml bolus ve 20 dakika kilit süresi olacak şekilde ayarlandı. Grup II' deki hastalara ameliyat sonrası analjezi için İV HKA cihazı hazırlandı ve cihaz 30 ?g Fentanil yükleme, 20 ?g/h Fentanil infüzyon, 30 ?g Fentanil bolus ve 20 dakika kilit süresi olacak şekilde ayarlandı.Bulgular: Gruplar arasında demografik veriler, kalp atım hızı (KAH), ortalama arter basıncı (OAB), HKA uygulama sayısı, hasta memnuniyet skalası (HMS) açısından fark bulunmadı. Gruplar arası değerlendirmede tüm zaman aralıklarında vizüel analog skala (VAS) skoru Grup I' de daha düşük bulundu (p<0,05). Fentanil tüketimi Grup I' de tüm zaman aralıklarında anlamlı olarak düşük bulundu (p<0,05). Cerrah memnuniyet skalası (CMS) Grup I ve Grup II arasında 24. ve 48. saatlerde anlamlı fark bulundu. (p<0,05)Sonuç: Kalça protezi operasyonu geçiren olgularda, Epidural HKA yöntemi ile verilen Bupivakain + Fentanil kombinasyonunun tek başına Fentanil İV HKA kullanımına göre daha fazla postoperatif analjezik etkinliğe sahip olduğu, daha az yan etki insidansı ve daha iyi bir CMS skoruna sahip olduğu sonucuna vardık.Anahtar kelimeler: Kalça protezi, Postoperatif ağrı, Hasta kontrollü analjezi, Postoperatif rehabilitasyon.
  • PublicationOpen Access
    Ön çapraz bağ anteromedial ve posterolateral bandlarının fleksiyon ve ekstansiyondaki uzunluk farkları (Kadavra çalışması) / Length difference of anteromedial and posterolateral bundles of anterior cruciate ligament in flexion and extension (Cadaver study)
    ÇAYIR, TAHSİN; TUNCAY, İBRAHİM
    Amaç: Çalışmamızda ön çapraz bağın AM ve PL bandlarının fleksiyon ve ekstansiyon esnasındaki uzunluklarını ölçmeyi ve istatistiksel olarak incelemeyi amaçladık.Gereç ve Yöntem: T.C. Adalet Bakanlığı Adli Tıp Kurumunda 10 kadavranın hem sağ hem de sol dizi olmak üzere toplam 20 kadavra dizi üzerinde çalışıldı. 10 kadavranın hepsi erkekti (%100). Diz anterior longitudinal insizyonla girildi. Cilt, cilt altı geçildikten sonra medial parapatellar insizyonla diz eklemine ulaşıldı. Ön çapraz bağ AM ve PL bandlarınının fleksiyon ve ekstansiyondaki uzunlukları milimetrik fleksibl cetvel kullanılarak ölçüldü. Elde edilen veriler istatistiksel olarak değerlendirildi. İstatistiksel çalışmada wilcoxon testi kullanıldı.Bulgular: Ortalama yaş 46.5'tu (32-62). AM ve PL bandların fleksiyon ve ekstansiyon esnasındaki uzunlukları arasında anlamlı fark saptandı (p<0,05). Ön çapraz bağın AM ve PL bandlarının boyları fleksiyon ve ekstansiyonda istatistiksel olarak anlamlı olarak değişmektedir. ÖÇB'nin AM ve PL bandlarının fleksiyon ve ekstansiyon esnasında oluşan uzunluk farkları birbirleri arasında incelendiğinde ise anlamlı fark saptanmadı (z=0,085, p=0,932).Tartışma ve Sonuç: Çalışmamızda AM ve PL bandların fleksiyon ve ekstansiyon esnasındaki uzunlukları istatistiksel olarak anlamlı değiştiği görüldü. Tek bant yöntemi ile yapılan ön çapraz bağ rekonstrüksiyonunda ön çapraz bağın sadece anteromedial bandı rekonstrükte edilir. Çift bant tekniğinde ise ön çapraz bağın hem anteromedial hem de posterolateral bandları rekonstrükte edilmektedir. Çift bant tekniği ile yapılan ön çapraz bağ rekonstrüksiyonunun ön çapraz bağ fonksiyonel anatomisine daha fazla uyacağını ve stabiliteye daha fazla katkı sağlayacağını düşünüyoruz. AM ve PL bandlar farklı fleksiyon derecelerinde farklı davranış sergilerler ve uzunluklarında farklılıklar meydana gelir. Ön çapraz bağ yaralanması olan hastalarda ön çapraz bağ rekonstrüksiyon tekniği belirlenirken bu bilgilerin göz önünde bulundurulması gerektiğini düşünmekteyiz.Anahtar kelimeler: Ön çapraz bağ, anteromedial bant, posterolateral bant, uzunluk farkları.
  • PublicationOpen Access
    Bazoservikal femur boyun kırıklarında proksimal femoral çivi, dinamik kalça vidası, monolateral eksternal fiksatör ve kanüllü vida ile tespitin biyomekanik olarak karşılaştırılması / Biomechanical comparison of proximal femoral nail, dynamic hip screw, monolateral external fixator and cannulated screw in basicervical femoral neck fracture
    İMREN, YUNUS; GÜRKAN, VOLKAN
    Amaç: Bu çalışmanın amacı, bazoservikal femur boyun kırığı modelinde proksimal femoral çivi, dinamik kalça vidası, monolateral eksternal fiksatör ve kanüllü vidanın tespit dayanıklılığını karşılaştırmaktı.Gereç ve Yöntem: Çalışmada PFN, üç delikli DHS, EF ve üçgen konfigürasyonlu üç kanüllü vida ile tespit yapılarak dört grup oluşturuldu ve her grupta sekizer kompozit proksimal femur yapay kemik modeli kullanıldı. 70? açılı osteotomi yapılarak Pauwels Tip 3 bazoservikal femur boyun kırığı modeli oluşturuldu. Her piyes için 100 N kuvvet ile ön yükleme yapıldı. Orta hattan 16? açıyla 100 N ? 1000 N kuvvetle 3 Hz'de 10000 devir ile siklik yükleme yapıldı. 10 mm/dk hızla piyesler kırılana dek aksiyel yükleme uygulandı. Kırılma yükü, kırılma paterni ve kırılma yükünde deplasman miktarı not edildi.Bulgular: Ortalama kırılma yükü PFN grubunda 2182,5±377,9 N, DHS grubunda 2008,75±278,4 N, EF grubunda 1941,25±171,6 N, ve CS grubunda 1551,6±236,2 N'du. Ortalama deplasman değerleri sırasıyla 15,6±4,5 mm, 15,5±6,7 mm, 11,7±1,9 mm ve15±1,7 mm olarak not edildi. Tespit dayanıklılığı açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. CS grubundaki tüm piyesler siklik yüklemeyi tamamlayamayarak kırıldı. Sonuç: Elde ettiğimiz veriler bazoservikal femur boyun kırığı modelinde PFN, DHS ve EF'nin CS'ye göre daha iyi tespit dayanıklılığına sahip olduğunu göstermiştir. PFN, DHS ve EF arasında tespit dayanıklılığı açısından anlamlı fark bulunamadıysa da, PFN'nin daha yüksek kırılma yüklerine çıktığı, DHS ve EF'ye kıyasla biyomekanik yararları olduğu gözlenmiştir.
  • PublicationOpen Access
    İntertrokanterik femur kırığı nedeniyle osteosentez ve hemiartroplasti yapılan hastalarda fonksiyonel sonuçların karşılaştırılması / Comparison of functional outcomes of osteosynthesis and hemiarthroplasty in the treatment of intertrochanteric femur fracture
    ERZİNCANLI, AYHAN; TUNCAY, İBRAHİM
    Amaç: Çalışmamızda intertrokanterik femur kırığı nedeniyle osteosentez ve hemiartroplasti yapılan 65 yaş üstü hastaların fonksiyonel sonuçlarını karşılaştırmayı amaçladık.Gereç ve yöntem: 2006-2011 yılları arasında Bezm-i Âlem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji A.D'nda ve 2009-2001 yılları arasında Dr. Lütfi Kırdar Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde intertrokanterik femur kırığı nedeniyle kayıcı kalça vidası veya proksimal femoral çivi ile osteosentez ve hemiartroplasti yapılan 20'şer kişilik toplam 60 hasta inceleme kapsamına alındı. Hastalar retrospektif olarak incelendi. Demografik özellikleri ortaya kondu, muayeneleri ile beraber fonksiyonel skorlamaları yapıldı ve radyolojik incelemeleri tamamlandı. Fonksiyonel düzeyler Haris, Merle d'Aubigne ve SF-36 skorlarıyla belirlendi. Elde edilen veriler istatistiksel olarak incelendi. Her üç grup arasında fonksiyonel sonuçlar kıyaslandı. Fonksiyonel sonuçlarla demografik özelliklerin arasında ilişki olup olmadığı araştırıldı. İstatistik çalışmada ANOVA, ki-kare ve nonparametrik korelasyon testleri kullanıldı.Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 75,9 idi (35 kadın , 25 erkek). Ortalama takip süresi 21,4 ay olarak belirlendi. Harris kalça skorları ortalaması kayıcı kalça vidası yapılan grupta 66,07 proksimal femoral çivi yapılan grupta 74,73 ve hemiartroplasti yapılan grupta ise 64,45 olarak hesapladı. Merle d'Aubigne skorları ortalaması sırasıyla (12,15), (2,90), (12,30) idi. SF-36 skorları ortalaması ise sırasıyla (pcs: 34,81, mcs: 43,95), (40,46/42,87), (37,26/40,33) idi. Gruplar arasında Harris, Merle d'Aubigne ve SF-36 skorları karşılaştırıldı, anlamlı farklılıklar saptanmadı. Ancak proksimal femoral çivi yapılan grupta skorların daha iyi olduğu görüldü. Ayrıca kayıcı kalça vidası yapılan grupta yaş ile Harris kalça skoru arasında negatif ilişki bulundu. Kemik kalitesi, kırığın tipi ve stabilitesi, takip süreleriyle fonksiyonel sonuçlar arasında anlamlı ilişki bulunmadı.Tartışma ve Sonuç: Günümüzde intertrokanterik femur kırıklarında komplikasyonları nedeniyle konservatif tedavilerden uzaklaşılmış cerrahi tedavi esas alınmıştır. Literatürde cerrahi seçeneklerin birbirlerine üstünlüklerini gösteren birçok çalışma vardır. Bununla birlikte uzun dönem fonksiyonel sonuçların benzer olduğunu gösteren çalışmalar çoğunluktadır. Çalışmamızdaki hasta gruplarında fonksiyonel sonuçların ülke ortalamalarının altında kaldığını ancak genel literatüre uygun şekilde sonuçlar arasında anlamlı farklılık olmadığını saptadık. Cerrahi tercihi yaparken hastanın yaş, ek hastalıklar, önceki fonksiyonel durum ve sosyoekonomik durumunun iyi değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Güncel fonksiyonel skorlamalara yürüme analizinin de eklenmesinin gelecekte planlanacak randomize prospektif çalışmalara ışık tutacağı kanaatindeyiz.
  • PublicationOpen Access
    Hiperhidroziste VATS sempatektomi / Hyperhidrosis VATS sympathectomy
    ERSÖZ, MEHMET SAİT; SOYSAL, ÖMER
    Hiperhidroziste VATS Sempatektomi Giriş ve Amaç: Hiperhidrozis sempatik zincir tarafından innerve edilen dermatomlardaki aktivite artışına bağlı palmar, aksiller, fasyal ve dorsal bölgede aşırı terleme ile karakterize, etiyolojisi bilinmeyen bir hastalıktır. Hiperhidrozis doğrudan veya dolaylı şekilde kişinin yaşantısını etkileyerek psikososyal sorunlara neden olur. Hiperhidrozis tedavisinde, konservatif medikal yöntemler ve cerahi invaziv yöntemler kullanılabilmektedir. Cerrahi sempatektominin major endikasyonu medikal tedaviye cevap vermeyen palmar ve aksiller hiperhidrozistir. Hiperhidrozistesempatektomi sonrası başarı hastaların şikayetlerinin tamamen geçmesi ve cerrahi öncesi şikayetlerinin tekrarlamamasıdır. Bu tez çalışmasında amacımız hiperhidrozis nedeniyle torakoskopik sempatektomi yapılan hastalarda sempatektomi seviyesini cerrahi komplikasyonlarını, hiperhidrozis nüksünü, kompansatuar terleme oranını ve sempatektominin yaşam kalitesi üzerine etkilerini tespit etmektir.Gereç ve Yöntem : Çalışma 2006 2011 tarihleri arasında arasında Bezmialem Vakıf Gureba Eğitim ve Araştırma Hastanesi (2010- Bezmialem Vakıf Üniversitesi) Göğüs Cerrahisi Kliniğinde palmar ve aksiller hiperhidrozisli 50 hastada yapılmıştır. Çalışma prospektif olarak tutulan data üzerinde retrospektif olarak planlanmıştır. Hasta dosyalarından, yaş, cinsiyet, sempatektomi seviyesi (çıkartılan gangliyon numarası), cerrahi morbidite ve mortalite, hastanede yatış süresi bilgileri çıkarılmıştır. Nüks ve kompansatuar hiperhidrozis bilgileri kontrol muayene ile elde edilmiştir.Bulgular :Elli hastaya, bilateral olmak üzere 102 sempatektomi yapılmıştır. Bir olgu nüks nedeniyle iki kez opere olmuştur. Hastaların 23'ü kadın (%46), 27'si erkek (%54) olup, yaş ortalaması 25 (13-55 yaş) idi. Sempatektomi seviyesi; 21 hasta (%42) T2-4, 18 hasta (%36) T2-5, 6 hasta (%12) T3-4, 3 hasta (%6) T2, 2 hasta (%4) ise T3-5 şeklindeydi. Morbidite %14,7 (15 olgu) olup, 13 olgu (%12,7) pnömotoraks ve birer olgu (%1) açığa geçme ve nüks şeklindedir. Hastanede kalış süresi 1,68 (1-4) gündür. Mortalite olmamıştır. Torakoskopik sempatektomi ile %98 başarı sağlanmıştır. Kompansatuar terleme 34 (%68) olguda vardı. İki olguda ciddi boyutta idi.Sonuç: Hiperhidroziste VATS sempatektomi güvenli, etkin ve başarılı bir yöntemdir. Yüksek yaşam kalitesi ve hasta memnuniyeti elde edilmektedir.
  • PublicationOpen Access
    Lomber spinal stenoz cerrahisinde klasik laminektomi ve transspinöz split laminektomi yöntenlerinin klinik sonuçlarının karşılaştırılması / comparison of clinic results of classic laminectomy and transspinous split laminectomy methods in lomber spinal stenosis
    KİTİŞ, SERKAN; SEYİTHANOĞLU, HAKAN
    Lomber spinal stenoz cerrahisinde klasik laminektomi ve transspinöz split laminektomi yöntenlerinin klinik sonuçlarının karşılaştırılması
  • PublicationOpen Access
    Hipofiz adenomlarında transsfenoidal cerrahi öncesi ve sonrası görme alanı ölçümlerinin karşılaştırılması / Comparation of computered visual field resuls of pitiutary adenoma after and before transsphenoidal sugery
    ÖZTÜRK, ŞEREF; SEYİTHANOĞLU, HAKAN
    Hipofiz Adenomlarında Transsfenoidal Cerrahi öncesi ve Sonrası Görme Alanı Ölçümlerinin Karşılaştırılması
  • PublicationOpen Access
    Allerjik rinitli hastalarda paraoksonaz (pon1) enzim aktivitesinin araştırılması / İnvesti̇gati̇on of serum paraoxonase acti̇vi̇ty i̇n chi̇ldren wi̇th allergi̇c rhi̇ni̇ti̇s
    AKDUMAN, HASAN; ÖZKAYA, EMİN
    Giriş: Allerjik rinit, nazal mukozanın non-enfeksiyoz inflamasyonu sonucu gelişen burun tıkanıklığı-akıntısı-kaşıntısı ve hapşırık ile seyreden atopik hastalığıdır. Toplumda çok sık görülmesi, hayat kalitesini düşürmesi ve diğer atopik hastalıklara eşlik etmesi nedeniyle oldukça önem arz eder. Paraoksonaz(PON1), hem arilesteraz hem de paraoksonaz aktivitesine sahip, karaciğerde sentezlenen, HDL ile ilişkili, antioksidan fonksiyona sahip glikoprotein yapısında olan kalsiyum bağımlı bir ester hidrolazdır. Paraoksonaz enzim düzeyi birçok kronik hastalıklıkta düşük saptanmış olması bu hastalıkların etyolojisinde rol oynayabileceği ve bu düşüklüğün oluşan oksidatif stresin artmasına katkıda bulunabilaceğini düşündürmüştür.Allerjik rinitin sistemik yönü olması ve birçok sitokinin salınarak oksidatif hasarı artırabileceği düşünülerekten bu hastalıkta PON1'in rolünü araştırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya astım ve/veya kronik hastalığı olmayan 2-16 yaş arası hafif alerjik rinitli hastalar oluşturdu.Kontrol grubu için ise kronik hastalığı olmayan 23 sağlıklı hasta seçildi. Paraoksonaz(PON1) aktivitesi Mackness'ın metodları kullanılarak ölçüldü. Total Ig E ise ELISA yöntemiyle ölçüldü. Bulgular: Allerjik rinitli hasta grubunun PON1 değerleri kontrol grubundan istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulundu(p=0,009). PON1 değeri <99 U/L olan bir çocukta allerjik rinit olma olasılığı >99 U/L olan çocuktan 9,45 kat daha fazla bulundu. Sonuç: Allerjik rinitli çocuklarda PON1 düzeyi anlamlı olarak düşük saptanması, PON1 değeri <99 U/L olan bir çocukta allerjik rinit olma olasılığı >99 U/L olan çocuktan 9,45 kat daha fazla olması bu hastalıkta paraoksonaz enzim düzeyinin artırılmasına yönelik tedaviler hastalığa bağlı oksidatif stresi azaltmakla beraber hastalık kliniğinde düzelme sağlayabilir.
  • PublicationOpen Access
    Pensilvanya Üniversitesi Koku Ayırtetme Testi'nin (UPSIT) Türkiye toplumunda uygulaması / University of Pennsylvania Smell Identification Test: Application to Turkish population
    YÜCEPUR, CEMİL; VEYSELLER, BAYRAM
    Giriş:Olfaktör fonksiyonun değerlendirilmesi klinik uygulamada ülkemizde genellikle ihmal edilmektedir. Pensilvanya Koku Ayırtetme Testi (UPSIT), Kuzey Amerika toplumu normlarına dayanan, 500.000'den fazla kişide uygulanmış, günümüzde olfaktor fonksiyonun değerlendirilmesinde en yaygın olarak kullanılan subjektif koku testidir. UPSIT, hasta test skorlarının kendi yaş grubundaki normatif değerlerle karşılaştırılması ile yapılan bir testtir. UPSIT testinin ülkemiz kliniklerinde kullanımına en büyük kısıtlama, bu testin Türkiye popülasyonuna uygun olup olmadığının bilinmemesidir. Koku tanınması, kültürel uygunluk ve aşinalık gerektirmesi nedeniyle Amerika-tabanlı skorlama ve tanı kriterlerinin uygulanması olfaktör fonksiyonu değerlendirmede yetersiz kalmaktadır.Amaç:Bu çalışmada, UPSIT testini sağlıklı Türkiye gönüllülerine uygulayarak elde edilen skorların Amerikan normatif değerleriyle karşılaştırılması ile Türkiye popülasyonuna uygun olup olmadığını değerlendirilmesi amaçlanmıştır.Materyal ve Metod :UPSIT testi yaşları 20 ile 49 arasında değişen (ortalama 31.48±8.72) 'ü 22'si erkek (%44), 28'i kadın (%56) olmak üzere toplam 50 sağlıklı gönüllüye uygulandı. UPSIT testi öncesinde detaylı kulak burun boğaz muayeneleri yapılarak olfaktör bozukluğa yol açabilecek patoloji saptanan gönüllüler çalışma dışı bırakıldı. Aynı gün içinde UPSIT koku identifikasyon testi ve Connecticut koku testi yapılarak koku testi skorları istatistiki olarak değerlendirildi.Bulgular:Test uygulanan 50 kişi, 40 soruda ortalama 21.38±4.68 doğru cevap verdi. Test uygulanan 28 kadın gönüllü, 40 soruyu ortalama 21.55 ± 4.4 doğru cevapladı. Test uygulanan 22 erkek gönüllü, 40 soruyu ortalama 21.14 ± 5.1 doğru cevapladı. Test sonuçlarına göre en çok ayırt edilebilen kokular sırasıyla, soğan (%98), çam ağacı (%92), nane şekeri (%90), doğalgaz (%88) ve muz (%80) kokularıydı. En az ayırt edilebilen kokular ise turşu (%12), kiraz (%18), çikolata (%18) kokularıydı.Sonuç:UPSIT testi, Türk popülasyonun olfaktör fonksiyonunu değerlendirmede yetersiz kalmaktadır. Çalışmamızda ortalama doğru cevaplama skoru olan 21/40 Amerikan normatif skorları ile karşılaştırıldığında `şiddetli mikrosmik' olarak değerlendirilmektedir. Klinik pratikte UPSIT testinin içerdiği bir çok kokunun Türkiye popülasyonunda aşina olunmadığı görülmektedir.Anahtar Kelimeler: Koku, Koku Testi, Olfaktör Fonksiyonlar
  • PublicationOpen Access
    Ratlarda inkarsere ve strangüle ventral fıtık modellerinde serum iskemi modifiye albumin değerlerinin karşılaştırılması: deneysel çalışma / Comparison of serum ischemia modified albumin values in incarcerated and strangulated ventral hernia models in rats: experimental study
    FERLENGEZ, EKREM; COŞKUN, HALİL
    İnkarsere fıtıklarda IMA'NIN prediktif etkisini değerlendirmek. Yöntemler. Sıçanların üç grubu (n=7) ameliyat edildi. Grup I hapsedilmeyi taklit etmeyi amaçladı, Grup II boğulmayı amaçladı ve grup III sham gruptu. IMA ve LDH ölçümleri yapıldı. Sonuçlar. Strangüle taklit grubunda IMA seviyeleri anlamlı olarak daha yüksekti ve IMA seviyeleri anlamlı olarak daha yüksekti. taklitçi grupta postoperatif 6. saatte normal. LDH seviyeleri her iki hapishanede de anlamlı olarak daha yüksekti ve grupları taklit eden boğulma. Sonuç. IMA, nekrozu tahmin etmek için hapsedilen fıtıklarda etkili bir belirteç gibi görünüyor. Ancak bu hipotezi genelleştirmek için daha fazla araştırmaya ihtiyacımız var.
  • PublicationOpen Access
    Vitreoretinal cerrahi ile vitreusu alınan gözlerde uzun dönem göziçi basınç değişimleri / Long-term intraocular pressure changes in eyes undergone vitreous removal by vitreoretinal surgery
    ŞEREFOĞLU, KÜBRA; ÇEKİÇ, OSMAN
    AMAÇ: Epiretinal membran (ERM), maküla deliği (MD) ve vitreomaküler traksiyon sendromu (VMT) nedeniyle yapılan vitreoretinal cerrahilerden sonra göziçi basıncındaki değişiklikleri ve buna etki eden faktörler incelemek, vitreus ve göziçi basıncı (GİB) arasındaki ilişki ortaya koymak. MATERYAL VE METOD: Vakıf Gureba Eğitim ve Araştırma Hastanesi Göz Hastalıkları Kliniği tarafından Ocak 2007-Nisan 2009 tarihleri arasında ERM, Mdve VMT tanısıyla pars plana vitrektomi (PPV) uygulanmış, postoperatif dönemde en az 6 ay takip edilmiş olan 41 hastanın 41 gözü retrospektif olarak incelendi. Olguların GİB'inin 6-22 arası olması normal 22 mmHg ve üzerinde olması GİB artışı, vitrektomize gözde GİB'in diğer gözden ≥4mmHg yüksek olması ise GİB artış eğilimi olarak değerlendirildi. İstatistiksel analiz için eşleştirilmiş t-testi, bağımsız t-testi, fisher exact testi, ki-kare testi ve yüzdelerin karşılaştırılması testi kullanıldı. P değeri ≤ 0,05 anlamlı kabul edildi. BULGULAR: 41 hastanin 24'ü kadın (%58), 17'si erkekti (%41). Yaş ortalaması 67±9 yıl (ortalama±standart deviasyon) idi (32-87 arası). Primer (idyopatik) ERM (n=14), NPDR'ye sekonder ERM (n=10), RVDT'ye sekonder ERM (n=2), NPDR zemininde VMT (n=2), idyopatik VMT (n=2), primer MD (n=10), travmatik MD (n=1) nedeniyle vitrektomi yapılmıştı. Olguların preoperatif en iyi düzeltilmiş görme keskinliği (EİDGK) LogMAR eşeli ile ortalama 1.0±0.5 sıra idi. GİB'leri opere gözd ortalama 15.3±3.2 mmHg diğer gözde ortalama 15.5 ±2.2 mmHg bulundu. Hastalara 3 girişli 20G (20 Gauge) (n=12) PPV, transkonjuktival 23G PPV (n=29), fakoemülsifikasyon ve göziçi lens implantasyonu (FAKOPPV) (n=5) uygulandı. Postoperatif vitreus boşluğuna BSS (n=12), steril hava (n=16), %20'lik SF6 (n=8) veya%16'lık C3F8 (n=5) bırakıldı. 1 hastada iyatrojenik periferik retina yırtığı oldu, yırtık çevresi hemen lazerle çevrelendi. EİDGK birinci yılda anlamlı olarak artmıştı (p=0.024). Vitrektomize gözde preoperatif GİB değeri ortalama 15.2±3.1mmHg iken, postoperatif 1.ayda 17.4±5.8mmHg (paired-samples T test, P=0.018), postoperatif 3.ayda 16.3±3.6mmHg (P=0.354), postoperatif 6.ayda 17.3±2.6mmHg (P=0.02), postoperatif 12.ayda 16.7±2.6mmHg (P=0.020) bulundu. Preoperatif GİB değeri vitrektomize gözde ortalama 15.2±3.1mmHg iken, diğer gözde 15.5±2.2mmHg idi, opere ve diğer göz arasında anlamlı GİB farkı yoktu (Independent-samples T-test, P=0.749). Posoperatif 1.ay vitrektomize gözde ortalama 17.4±5.8mmHg iken, diğer gözde 15.2±1.8mmHg idi, vitrektomize gözlerdeki GİB diğerinden anlamlı olarak yüksek bulundu (P=0.040). Posoperatif 3.ay GİB değeri vitrektomize gözde ortalama 16.3±3.6mmHg iken, diğer gözde 14.9±1.9mmHg idi (P=0.073). Posoperatif 6.ay (vitrektomize göz: 17.3±2.6mmHg, diğer göz: 15.2±1.71mmHg, p<0.001) ve 12.ay GİB değerleri ( vitrektomize göz: 16.8±2.6mmHg, diğer göz: 15.1±1.7mmHg, p<0.001) idi, vitrektomize gözlerdeki GİB değerinden anlamlı olarak yüksek bulundu. Posoperatif 6.ay GİB değeri vitrektomize gözde ortalama 17.3±2.6mmHg iken 12.ay 16.8±2.6mmHg idi, diğer gözde 6.ay 15.2±1.71mmHg, 12.ay 15.1±1.7mmHg idi, vitrektomize gözlerdeki GİB diğerinden anlamlı olarak yüksek bulundu (P<0.001). PPV'nin 20/23G olmasının, ERM, VMT ve MD nedeniyle vitrektomi yapılmasının,hasta yaşının, hastaların fakik veya psödofakik olmalarının patolojilerin idyopatik veya sekonder olmasının, tamponad kullanılmamasının ve kullanıldıysa tamponad çeşidinin, takiplerde GİB'in opere gözde diğerinden ≥4mmHg yüksek olmasına etkili olmadığı saptandı. SONUÇ: Vitrektomi sonrası takip süresi arttıkça göz içi basıncında aynı gözün preoperatif değerlerine göre ve diğer gözün eş zamanlı GİB'ine göre belirgin artış söz konusu olmaktadır. Psödofakik hastalarda bu artış daha erken başlar gibi görünmektedir. Dört yıldan uzun süren takiplerde hastalarda açık açılı glokom gelişme riski bildirilmiştir. Vitrektomi yapılan hastalarda uzun dönemde GİB'in daha yakından takip edilmesi gerekmektedir.
  • PublicationOpen Access
    Acil servise göğüs ağrısı şikayetiyle başvuran ve akut koroner sendrom düşünülen hastaların tanısında kullanılan kardiyak troponin ı, myoglobin ve kalp tipi yağ asidi bağlayıcı protein (h-fabp) testlerinin değerlendirilmesi / Value of heart-type fatty acid-binding protein (h-fabp), cardiac troponin and myoglobin for emergency department patients with suspected acute coronary syndrome
    KARAKUŞ YILMAZ, BANU; ÖZÜÇELİK, DOĞAÇ NİYAZİ
    Giriş ve Amaç: Acil servise göğüs ağrısı şikayeti ile başvurularının %15'ini Akut Koroner Sendrom (AKS) oluşturur. Dünyada halen birinci sırada ölüm nedeni olan AKS'nin erken tanısında rutinde kullanılan testlere göre daha hassas olduğu ileri sürülen H-FABP'nin (yağ asidi bağlayıcı protein) değerliliğinin saptanması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: TC. Bezm-i Alem Vakıf Üniversitesi Acil Tıp AD'a iskemik tipte göğüs ağrısı şikayeti ile başvuran ve AKS düşünülen hastalar araştırmaya alındı. Hastaların anamnez sonrası, 10 dakika içerisinde EKG'leri çekildi. H-FABP, Troponin I, Myoglobin, Kreatinin kinaz ve CK-MB değerleri için kan örnekleri alındı. Hastaların, demografik özellikleri ve bulguları, SPSS for Windows 14 programına kaydedilerek istatistiksel verileri anliz edildi. Bulgular: Araştırmaya 66 hasta alındı. Hastaların %54,5'i AKS tanısı aldı. 66 hastadan %42,4'ü PTCA'ya gönderildi, %9,1'i koroner yoğun bakım ünitesine, %3'ü diğer bölümlere yatırıldı, %3'ü exitus oldu, %42,4'ü acil servisten taburcu edildi. AKS tespitinde H-FABP duyarlılığı %25, özgüllüğü %97, Pozitif Prediktif Değeri (PPD) %90, Negatif Prediktif Değeri (NPD) %52; Troponinin I duyarlılığı %50, özgüllüğü %80, PPD %75, NPD %57; myoglobinin duyarlılığı %30, özgüllüğü %97, PPD %92, NPD %54; CK-MB duyarlılığı %25, özgüllüğü %97, PPD %90, NPD %52 bulundu. H-FABP'ın STEMI ve NSTEMI'da duyarlılığı %25, özgüllüğü %94, PPD %80 ve NPD %57,2 bulundu. Tartışma: Araştırmamızda Myogobinin, CK-MB, Troponin I'nın duyarlılığı, özgüllüğü, PPD ve NPD'si diğer çalışmalarla (sırasıyla; Myoglobinin; %39,3-75,9; %25-95,8; %5,3-100; %51,4-100; CK-MB; %%39,3-70; %35,2-97,6; %7,7-100; %50-%99; Troponin I; %12-64,9; %50-100; %60-100; %34,5-%92) benzer bulunurken, H-FABP'nin duyarlılığının diğer araştırmalardan (%47-94,7) daha düşük, ancak özgüllüğünün, PPD ve NPD'sinin diğer araştırmalarla (sırasıyla; %30-100; %44,4-100; %40-100) benzer olduğu bulundu. Sonuç: Akut Koroner Sendrom'un erken tanısında H-FABP tek başına kullanılabilecek bir biyokimyasal belirteç değildir. Anahtar kelimeler: Akut Koroner Sendrom, H-FABP
  • PublicationOpen Access
    Radius alt uç eklem içi kırıklarında artroskopi yardımlı osteosentez / Arthroscopically assisted osteosynthesis of distal radius intra-articular fractures
    ÖZDEN, ERDEM; GÜRBÜZ, HAKAN
    Amaç: Radius alt uç eklem içi kırıklarında, anatomik eklem restorasyonu amacıyla, kırık redüksiyonu artroskopi yardımıyla fluoroskopi kontrolünde yapılarak, eşlik eden eklem içi patolojilerinin sıklığı ve şiddeti araştırılıp, prospektif olarak olguların sonuçları değerlendirildi. Yöntemler: Distal radius eklem içi kırığı olup, redüksiyon sağlanamayan veya instabil kırığı olan on iki erişkin hasta çalışmaya alındı. Eksternal fiksatör ile distraksiyon sağlandı. Eklem yüzeyi artroskopik gözlem altında restore edildikten sonra fluoroskopi kontrolünde K-telleri ile stabilize edildi ve eksternal fiksatör kilitlendi. Klinik değerlendirmelerde DASH (disabilty arm shoulder hand) anketi, Gartland&Werley skorunun Sarmiento modifikasyonu (GWSM) ve Mayo modifiye el bileği skoru (MWSM) kullanıldı. Bulgular: Altı hastada TFCC (triangular fibrokartilaj kompleksi) yırtığı (%50), beşinde SLIL (skafolunat interosseoz ligament) lezyonu (%41,6) saptandı. TFCC yırtığı olan hastaların dördünde (%66) skafolunat bağ lezyonuda vardı. Takip süresi ortalama 1,5 yıl (16-23 ay) olan hastaların son radyografilerinde radiusta dorsal açılanma, uzunluk veya radial açılanma kaybı olmadığı saptandı. DASH skoru ortalama 6,1 (0-15,4) bulundu. GWSM'na göre üç hastada iyi sonuç, dokuz hastada mükemmel sonuç saptandı. MWSM'na göre dört hastada iyi, sekiz hastada mükemmel sonuç alındı. Sonuç: Distal radius eklem içi kırıklarında osteosentez fluoroskopi kontrolünde artroskopi yardımı ile yapıldığında, radiusun eklem yüzeyinin anatomik restorasyonu sağlanabilir. Aynı zamanda eklem içi bağ yaralanmalarının ve kondral lezyonların tespit edilip, gereğinde debridman veya tamiriyle ileride oluşabilecek komplikasyonlardan artroskopisi yardımlı cerrahi ile kaçınılabilir
  • PublicationOpen Access
    Yenidoğan taraması ile tanı alan ve almayan kistik fibrozis hastalarının klinik mikrobiyolojik ve ebeveynlerinin psikolojik durumunun karşılaştırılması / Comparison of clinical, microbiologic and psychological status of their parents of cystic fibrosis patients diagnosed and not diagnosed by newborn screening
    KÜÇÜK BİLİCİ, HANİFE BUŞRA; ÇAKIR, ERKAN
    Amaç̧: Kistik fibrozis (KF), yaşam süresi ve kalitesi üzerinde olumsuz etkisi olan kalıtsal bir hastalıktır. Yeni doğan tarama testleri, tüm dünyada halk sağlığı programları bağlamında ciddi bir öneme sahip olan koruyucu sağlık hizmetleri arasında yer almaktadır. Bu çalışmada amacımız; kliniğimizde izlenen tarama pozitif ve tarama negatif KF hastalarının klinik, mikrobiyolojik ve ebeveynlerinin psikolojik durumunu değerlendirilmesi karşılaştırılması planlandı. Materyal ve Metot: Çalışmamızda, Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Göğüs Hastalıkları Polikliniğinden takipli yenidoğan tarama programı (YTP) başlangıcı olan 2015 ve sonrası doğumlu KF tanısını alan 71 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Olgular tarama pozitif KF (grup I) ve tarama negatif KF (grup II) olarak 2 gruba ayrıldı. Katılımcılara çocuklarının yaşı, ne kadar süre ile tanı aldıkları, hastane yatışı ve ilaç kullanımı öyküsü̈, annenin yaşı, annenin eğitim durumu, ailedeki çocuk sayısı, ekonomik ve sosyal destek alıp almadıkları sorgulanarak veri toplama formuna kaydedildi. Hastaların primer bakım verici olan annelerine ise PHQ-9 (Patient Health Questionnaire; Hasta sağlık anketi) ölçeği ve GAD-7 (Generalized Anxiety Disorder Questionnaire; Yaygın anksiyete bozukluğu) ölçeği kullanılarak anket formu uygulandı. İstatistiksel analizler IBM SPSS Statiktikse 27.0 paket programı kullanılarak yapıldı. Klinik sonuç ölçütleri, pozitif ve negatif YT olan KF'li hastalar ve ebeveynleri arasında karşılaştırıldı. Bulgular: Tüm çalışma popülasyonu, 51'i YT pozitif grubunda ve 20'si YT negatif grupta olmak üzere 71 olgu içeriyordu. YT negatif grupta tanı anındaki medyan yaş daha büyüktü (p<0.001), YT pozitif olan hastaların yaş medyan değeri 4(2-6) yıl, YT negatif olan hastaların yaş medyan değeri 5(3-5) yıl olarak saptandı. YT pozitif grupta asemptomatik olma durumu başvuru anında daha yüksekken, YT negatif grupta başvuru anında önemli ölçüde hasta gelişme geriliği, diyare, solunum semptomları olduğu görüldü (p=0,004) (p<0,001) (p=0,029) (p=0,002). Gruplar arasında güncel takiplerde ağırlık z skoru (p = 0,843) ve boy z skoru (p = 0,712) açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. YT pozitif grupta IRT-1, IRT-2 ve kantitatif ter testi medyan değerleri anlamlı derecede yüksek bulundu. Tüm hastalara genotipleme yapıldı ve %93 hastada mutasyon tanımlandı. En yaygın mutasyon %20 alelik frekans ile deltaF508 idi, bunu %7 oranı ile 2183AA->G izlemekteydi. Ebeveynlerin gruplar arasında GAD-7 ölçeğine göre anksiyete puanı ve PHQ9 ölçeğine göre depresyon puanı istatistiksel açıdan anlamlı fark saptanmadı (p=0,142) (p=0,247). Demografik özelliklerin hiçbiri, depresyon veya anksiyete ile ilişkisi tanımlanmadı. Hastalar ayrıca semptomatik ve asemptomatik olarak ikiye ayrıldı. Ebeveynlere yapılan iki ölçeğin semptomatik ve asemptomatik grup arasında istatistiksel açıdan anlamlı fark saptandı (p<0,001). Sonuç̧: Çocuklarda YTP ile KF hastaları erken tanı almakta, tedavilerine erken başlanabilmekte, hastaların yaşam kaliteleri ve yaşam klinik iyileşmeleri belirgin düzelmektedir. Bu süreçte kronik hastalık olarak tanımlanan çocuklara multidisipliner yaklaşımda bulunmak ve gereklilik halinde ebeveynlerinin ruhsal açıdan desteklenmesi önem arz etmektedir. Anahtar kelimeler: Kistik Fibrozis, Yenidoğan tarama programı, anksiyete, depresyon
  • PublicationOpen Access
    Demir eksikliği anemisi ile HBA1C arasındaki ilişki / The relationship between iron deficiency anemiaand HBA1C level
    YAMAN, HALE NUR; ÖZDER, ACLAN
    Amaç: Demir eksikliği anemisi toplumda oldukça sık gözlenen bir sağlık sorunudur. Dünya popülasyonunun yaklaşık %24,8'i anemik olarak saptanmıştır. Bu anemik hastaların yaklaşık olarak 500 milyonunda ise demir eksikliği anemisi görülmüştür. Glukoz regülasyonu takibinde HbA1c değeri ölçümleri oldukça önemli olup günlük pratikte tercih edilmektedir. Demir eksikliği anemisinin HbA1c'ye olan etkisi günümüzde halen tam olarak netlik kazanamamıştır. Biz de bu çalışmamızda diyabetes mellitus hikayesi bulunmayan bireylerde demir eksikliği anemisinin tedavi öncesi ve tedavi sonrası HbA1c düzeyine olan etkisini araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metot: Çalışmamızda Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı polikliniklerine Aralık 2020- Aralık 2021 tarihleri arasında başvuran 18-65 yaş arası 75 birey retrospektif olarak çalışmaya alındı. Hemoglobin değeri 12 mg/dl'nin altında olan bu bireyler anemik hasta grup olarak tanımlandı. Demir tedavisi başlanmış olan bu hastaların, tedavi aldıktan 8-12 hafta sonra bakılmış olan kan sonuçları incelendi. Dışlama kriterlerine sahip olan hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Çalışmaya alınan grupların hemogram, biyokimya ve diğer demir parametrelerinin (demir, demir bağlama kapasitesi, ferritin) tedavi öncesi ve tedavi sonrası HbA1c ile arasındaki ilişki araştırıldı. Bulgular: Çalışmadaki gruplar arasında yaş ortalaması, vücut kitle indeksi, kan biyokimya değerlerinden; AST, ALT, Üre, Kreatinin, Folat düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Hastaların tedavi öncesi B12 medyan değeri 262(127-540) pg/ml iken, tedavi sonrası B12 medyan değeri 354,5(127-1345) pg/ml'dir. İki medyan değeri arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir fark mevcuttur(p<0,001). Demir eksikliği anemisi tedavisi öncesi serum HbA1c düzeyi 5,33±0,37 ve tedavi sorası HbA1c 5,08±0,44 olarak bulundu. Gruplar arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlıdır (p<0,001). Hastaların tedavi öncesi glukoz ortalama değeri 91,27±8,5 mg/dl iken, tedavi sonrası glukoz ortalama değeri 88,32±9,37 mg/dl'dir ve iki ortalama değeri arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir fark bulunmuştur(p=0,008). Sonuç: Demir eksikliği anemisi olan hastalarda serum HbA1c düzeyi istatiksel olarak anlamlı şekilde yüksek saptandı. Demir eksikliği anemisi hastalarının tedavi edilmesiyle hem primer olarak aneminin olumsuz etkileri düzeldiği hemde HbA1c değerinde anlamlı olarak düşüş saptandı. Anahtar Kelimeler: Demir Eksikliği Anemisi, HbA1c
  • PublicationOpen Access
    Tip 2 diyabetes mellituslu hastalarda mikroalbuminüri ile nötrofil/lenfosit oranı arasındaki ilişki / The relationship between microalbuminaria and neutrophil/lymphocyte in patients with type 2 diabetes mellitus
    ÖZTÜRK, AYŞEGÜL; ÖZDER, ACLAN
    Amaç: Diyabetes mellitus(DM), relatif ya da mutlak insülin eksikliği veya periferik dokularda insülin etkisine karşı gelişmiş olan 'insülin direnci' sebebiyle ortaya çıkan, pek çok organı etkileyerek multisistemik tutuluma sebep olan hiperglisemi ile karakterize kronik ve geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Diyabetik nefropati glomerüler ve tübüler yapısal ve fonksiyonel değişiklerle seyreden glukoz homeostasis bozukluğu sebepli ilerleyici bir böbrek hastalığıdır. Kronik inflamasyon, tip 2 diyabet oluşum ve gelişim aşamasında önemli bir role sahiptir. İdrar albümin seviyeleri (albümin/kreatinin oranı,24 saatlik idrarda mikroalbumin miktarı) klasik olarak diyabetik nefropati ciddiyetini belirlemekte kullanılır . Nötrofil lenfosit oranı da subklinik inflamasyonun ucuz ve kolay bir göstergesidir. Bu çalışmada Tip2 DM'li hastalarda mikroalbuminüri düzeyi ile Nötrofil/Lenfosit arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metot: Bu çalışma Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ne Kasım 2011-Kasım 2020 tarihleri arasında başvuran 29-79 yaş arasında, 57 erkek 70 kadın olmak üzere herhangi bir böbrek hastalığı olmayan Tip2 DM'li hastaların geriye dönük olarak değerlendirilmesi ile oluşturulmuştur. Muayene sırasında bakılmış olan 24 saatlik idrarda mikroalbumin miktarı ile NLO(nötrofil lenfosit oranı),A1c,LDL,TG,kreatinin,sedim,crp,ferritin değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmadaki gruplar arasında yaş ortalaması, cinsiyet,kreatinin, TG, LDL, AST, ALT, CRP arasında anlamlı fark yoktu. Normoalbuminürik grubun nötrofil lenfosit oranı 1.68 (0.7-10.2), ve mikroalbuminürik grubun nötrofil lenfosit oranı 2.15 (0.98-18.14) bulundu. Gruplar arasındaki fark istatiksel olarak anlamlı bulunmuştur. (p<0,001). Sonuç: Mikroalbuminürik hastalar ve normoalbuminürik hastalarla nötrofil lenfosit oranı arasında anlamlı fark saptandı. İdrarda toplam albümin miktarı ile nötrofil lenfosit oranı arasında anlamlı korelasyon saptanamadı. Nötrofil lenfosit oranı diyabetik nefropatinin erken evrelerinin bir belirteci olabilir. Anahtar Kelimeler: Nötrofil Lenfosit Oranı, 24 saatlik İdrarda Mikroalbumin
  • PublicationOpen Access
    Ağrılı topuk dikeni tedavisinde eswt ve podometrik ölçüm ile kişiye özel tabanlıkların etkinliğinin değerlendirilmesi / Evaluation of the efficiency of ESWT and custom insoles produced with podometric measurement in the treatment of painful HEEL spurs
    YILMAZ BAYRAMOĞLU, NESRİN; AYDIN, TEOMAN
    Amaç: Bu çalışmada topuk dikeni hastalarında, ESWT ve podometrik basınç analizi ile kişiye özel olarak üretilen tabanlıkların ağrı ve ayak fonksiyonları üzerine etkisini değerlendirmeyi ve birbirine üstünlüklerini saptamayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya en az 3 haftadır topuk ağrısı olan ve direk radyografi ile tanısı kesinleştirilen ağrılı topuk dikenine sahip 59 kadın ve 11 erkek olmak üzere toplam 70 hasta dahil edildi. Hastalardan 16 kişi sadece tabanlık grubuna, 27 kişi sadece ESWT grubuna ve 27 kişi ESWT+tabanlık grubuna dahil edildi. Ayrıca tüm hastalara donmuş şişe yuvarlama, ayak tabanı germe ve kuvvetlendirme egzersizlerini içeren ev egzersiz programı verildi. Değerlendirmeler tedavi öncesinde ve tedaviden sonra 12. haftada yapıldı. Tüm gruplarda tedavi öncesi ve sonrasında; ağrı şiddeti (istirahatte, presyonla ve germe ile) VAS (Vizüel Analog Skala) ile, ağrı ve ağrının günlük yaşam aktivitelerini etkileme düzeyleri RMS (Roles ve Maudsley Skoru) ile, ağrı, fonksiyon ve ayak dizilimi AOFAS ( American Orthopaedic Foot and Ankle Society) Skorlaması ile ve ayak fonksiyonları AFİ ( Ayak Fonksiyon İndeksi) ile değerlendirildi. Bulgular: ESWT, tabanlık ve ESWT+tabanlık uygulanan grupların tamamında ağrı ve ayak fonksiyonlarında anlamlı iyileşme meydana geldi. Tedavilerin etkinlikleri karşılaştırıldığında ESWT ve tabanlığın birlikte kullanılması sadece tabanlık kullanımından üstün bulundu. ESWT ve tabanlığın birlikte kullanımının sadece ESWT uygulamasından ise üstünlüğü gözlenmedi. Sadece ESWT uygulaması sadece tabanlık kullanımı ile karşılaştırıldığında bazı ağrı ve fonksiyonel değerlendirmelerde ESWT üstün bulundu. Sonuç: Ağrılı topuk dikenine sahip hastalarda, podometrik ölçüm ile kişiye özel hazırlanmış tabanlıklar ve ESWT uygulamaları tek başlarına veya birlikte kullanıldığında ağrı ve ayak fonksiyonları üzerine etkili tedavilerdir. İki tedavi seçeneğinin birlikte kullanımı sadece tabanlık kullanımından daha etkili iken ESWT'nin tek tedavi olarak uygulanmasına kıyasla daha etkili bulunmamıştır. ESWT ağrı ve ayak fonksiyonları üzerine tabanlıktan daha etkili gözükmektedir. Anahtar kelimeler: Topuk dikeni, kalkaneal spur, epin kalkanei, ekstrakorporeal şok dalga tedavisi, ESWT, kişiye özel tabanlık, podometrik ölçümlü tabanlık
  • PublicationOpen Access
    Hipofiz adenomlarında beclin-1 protein ekspresyonunun prognostik önemi / The prognostic role of beclin 1 protein expression in pituitary adenomas
    TOKAR, SADIK; ÖZEK, ERDİNÇ
    Giriş ve Amaç: Hipofiz adenomları tüm kafa içi tümörlerin yaklaşık %15'ini oluştururlar. Glioma ve menenjiomdan sonra en yaygın üçüncü kafa içi tümörüdür. Beclin 1, tümör baskılayıcı rolü olan ve son zamanlarda birkaç çalışmayla birlikte tanınan bir otofaji genidir. Bu çalışmanın amacı, hipofiz adenomlu hastalarda otofaji belirteci olan Beclin 1 protein ekspresyonu ile klinik ve patolojik parametreler arasındaki ilişkiyi aydınlatmaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza Mart 2016 – Ekim 2022 tarihleri arasında Bezmialem Vakıf Üniversitesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Kliniğinde ameliyat olmuş, hastanemiz sisteminde ameliyat öncesi manyetik rezonans görüntülemesi mevcut olan ve Patoloji Anabilim Dalı'nda DSÖ 2017 kriterlerine göre hipofiz adenomu tanısı almış vakalar dahil edildi. Yaş, cinsiyet, hipofiz adenomu boyutu, primer ve nüks ayrımı, hipofiz hormonal değerleri, radyolojik sınıflandırma bulguları, patoloji değerlendirme sonuçları ve immünohistokimyasal boyanma özellikleri verilerine hastane otomasyon sisteminden ulaşıldı. Bu değerler ile Beclin 1 ekspresyon düzeyi arasındaki ilişki istatistiksel yöntemler kullanılarak değerlendirildi. Bulgular: Toplam 78 hastadan 75'i makroadenom ve 3'ü mikroadenomdu. Hipofiz makroadenomlu olguların 34'ü (%45,3) kadın ve 41'i (%54,7) erkek olgulardı. Beclin 1 ekspresyonu 13 hastada gözlenmedi. Hafif derecede boyanma 10, orta derece boyanma 25, yoğun derecede boyanma 30 hastada gözlendi. Beclin 1 ekspresyon durumu boyanma durumuna göre 4 (0,1,2,3) ve 2 (0-1, 2-3) farklı derecede gruplandırılarak karşılaştırmalar yapıldı. Tümör hacmi ve 4 derecede incelenmiş Beclin 1 ekspresyon düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmamıştır. (p=0,214) Fakat tümör hacmi ve 2 derecede (0-1, 2-3) incelenmiş Beclin 1 ekspresyon düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmuştur. (p=0,044) Tümör hacmi daha yüksek olan adenomlarda, tümör hacmi daha az olanlara göre anlamlı ölçüde daha fazla Beclin 1 ekspresyonu gözlenmiştir. Çalışmaya dahil ettiğimiz 78 hastadan 49 tanesi fonksiyonel olmayan hipofiz adenomuna sahipken, 29 tanesi fonksiyonel (hormonal ve klinik aktif) hipofiz adenomuna sahipti. Tümör fonksiyonu ve 4 derecede incelenmiş Beclin 1 ekspresyon düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmamıştır. (p=0,051) Fakat tümör fonksiyonu ve 2 derecede incelenmiş Beclin 1 ekspresyon düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmuştur. (p=0,022) Fonksiyonel olmayan tümörlerde, fonksiyonel olan tümörlere göre ekspresyon düzeyi daha fazla gözlenmiştir. Knops hipofiz adenomu radyolojik sınıflandırması ve 4 derecede incelenmiş Beclin 1 ekspresyon düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmamıştır. (p=0,315) İnvazyon durumuna göre gruplandırılmış Knops hipofiz adenomu radyolojik sınıflandırmasıyla 4 derecede (p=0,411) ve 2 derecede (p=0,170) incelenmiş Beclin 1 ekspresyon düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmamıştır. Hardy-Wilson modifiye hipofiz adenomu radyolojik sınıflandırması ve 4 derecede incelenmiş Beclin 1 ekspresyon düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmamıştır. (p=0,579) Suprasellar uzantının simetrik-asimetrik olma durumuna göre gruplandırılmış Hardy-Wilson modifiye hipofiz adenomu radyolojik sınıflandırmasıyla 4 derecede (p=0,885) ve 2 derecede (p=0,456) incelenmiş Beclin 1 ekspresyon düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmamıştır. Primer/nüks hipofiz adenomu olma durumu ve 4 derecede (p=0,233) ve 2 derecede (p=0,723) incelenmiş Beclin 1 ekspresyon düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmamıştır. Ki-67 proliferasyon indeksi ve 4 derecede incelenmiş Beclin 1 ekspresyon düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmamıştır. (p=0,413) Ki-67 proliferasyon indeksi %3'ün altı ve üst olacak şekilde 2 gruba ayırıp, 2 derecede incelenmiş Beclin 1 ekspresyon düzeyi ile karşılaştırdığımızda istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmamıştır. (p=0,412) Sonuç: Hipofiz adenomu hacmi arttıkça ve fonksiyonel olmayan hipofiz adenomlarında fonksiyonel olanlara göre Beclin 1 ekspresyon düzeyindeki artış durumu istatistiksel olarak anlamlı bulundu. Hipofiz adenomu Ki-67 proliferasyon indeksi, Knops ve Hardy-Wilson radyolojik sınıflandırması ve primer-nüks tümör durumu ile Beclin 1 ekspresyon düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. Anahtar Kelimeler: Hipofiz adenomu, Beclin 1, Knops ve Hardy-Wilson radyolojik sınıflandırması, Ki-67
  • PublicationOpen Access
    Kronik kabızlığı olan çocuklarda kurşun düzeyinin incelenmesi / Evaluation of lead levels in children with chronic constipation
    GÜNEY, ABDURRAHMAN ZARİF; DOĞAN, GÜZİDE
    Giriş Kabızlık etyolojisinde; anatomik, genetik, motor aktivite bozukluğu, hatalı alışkanlıklar, çevresel ağır metal maruziyeti gibi birçok neden sorumlu tutulmaktadır. Çevresel ağır metal maruziyetleri arasında en fazla suçlanan metal ise kurşundur ve kurşun maruziyeti kabızlığın önlenebilir nedenleri arasında yerini almaktadır. Bu çalışmada; kronik kabızlığı olan ve olmayan çocuklarda kurşun maruziyetini ve maruziyet kaynaklarını tespit edebilmek, kabızlığı olan çocukların kan ve saç kurşun düzeylerini belirlemek ve sağlıklı çocuklarla kıyaslamak, kan ve saç kurşun düzeyleri arasındaki ilişkiyi araştırmak, kurşun maruziyetinin kabızlık etyolojisindeki yerini değerlendirmek amaçlandı. Materyal ve metod Bu kesitsel çalışmada olgu ve kontrol grubu olmak üzere iki grup oluşturuldu. Olgu grubuna T.C. Bezmialem Vakıf Üniversitesi Çocuk Gastroenteroloji ve Hepatoloji Kliniğine 01.01.2022-01.03.2023 tarihleri arasında kabızlık şikayetiyle başvuran 3-18 yaş aralığındaki 84 çocuk dahil edildi. Farklı nedenlerle kan tahlili yapılması planlanan, kabızlık şikayeti ve kronik hastalığı olmayan eşit sayıda çocuk kontrol grubunu oluşturdu. Kapsamlı öykü, fizik muayene, laboratuvar testleri yoluyla tüm katılımcılarda kabızlık nedeni olan organik hastalıklar ekarte edildi. Çalışmaya katılan çocukların ebeveynlerinden yazılı bilgilendirilmiş onam alındı. Çalışmaya katılmayı, kan ve saç örneği vermeyi kabul etmeyen hastalar çalışma dışı bırakıldı. Örnek alınan hastalar için demografik bilgi formları oluşturuldu ve hastaların oturdukları evlerin yaşları, evdeki tadilat öyküsü, kullanılan içme suyunun nasıl temin edildiği, çevrsinde fabrika bulunma durumu ve ailede sigara içme öyküsü gibi bazı bilgiler kaydedildi. Çalışmamızda kan ve saç örnekleri belirtilen uluslararası talimatlar kullanılarak toplandı ve transfer işlemi gerçekleştirildi. Kan örnekleri; Acıbadem Labmed Klinik Laboratuvarında AAS yöntemiyle, saç örnekleri T.C. İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Adli Tıp ve Adli Bilimler Enstitüsü Adli Toksikoloji Laboratuvarı'nda ICP-MS yöntemiyle çalışıldı. Bulgular Çalışmamıza 3-18 yaş aralığında toplam 168 çocuk dahil edildi. 84 çocuktan oluşan olgu grubunda 46 erkek (%54,8); 38 kız (%45,2); 84 çocuktan oluşan kontrol grubunda ise 45 erkek (%53,6), 39 kız (%46,4) çocuk vardı. Olgu grubunun yaş ortalaması 7,21; kontrol grubunun yaş ortalaması 7,23'dür. Her iki grup yaş ve cinsiyet açısından istatistiksel olarak eşleştirilmiş saptandı. xii Kabızlığı olan çocukların kan kurşun düzeyi ortalaması 3,66 μg/dl, saç kurşun düzeyi ortalaması 1,26 μg/g olarak saptanırken; kontrol grubundaki çocukların kan kurşun düzeyi ortalaması 1,61 μg/dl, saç kurşun düzeyi ortalaması 0,88 μg/g olarak saptandı. Kabızlığı olan çocukların kan kurşun düzeyleri kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek saptanırken her iki grubun saç kurşun düzeyleri arasında ise anlamlı bir fark bulunmadı. Kabızlığı olan çocukların % 48,8'inin; kontrol grubundaki çocukların ise %4,8'inin kan kurşun düzeyinin CDC tarafından 14 Mayıs 2021 tarihinde belirlenen referans değeri olan 3,5 μg/dl üzerinde olduğu görüldü. Kabızlığı olan çocuklarda kan kurşun düzeyinin referans değeri üzerinde çıkma olasılığının kontrol grubuna göre 10 kat daha yüksek olduğu saptandı. Çalışmamızda kan kurşun düzeylerinin cinsiyetten ve çocukların yaşlarından etkilenmediği görülürken; saç kurşun düzeylerinin kızlarda erkeklerden daha yüksek olacak şekilde cinsiyetten etkilendiği görüldü. Kan kurşun düzeyi ile çocukların yaşları arasında anlamlı bir ilişki saptanmazken; saç kurşun düzeyi ile çocukların yaşları arasında anlamlı negatif yönlü düşük dereceli olacak şekilde bir ilişki bulundu (p<0,001, rs=0,3). Kan kurşun düzeyleri ile saç kurşun düzeyleri arasındaki ilişki incelendiğinde ise aralarında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmadı. Oturulan evin yaşı ile kurşun düzeyleri arasındaki değişim incelendiğinde; evin yaşı ile kan ve saç kurşun düzeyleri arasında pozitif yönlü bir ilişki olduğu saptandı. Oturulan evin yaşı arttığında kan ve saç kurşun düzeylerinin de arttığı görüldü. Çalışmamızda; içme suyunun şekli, evdeki tadilat öyküsü, ebeveynin sigara kullanma durumu, eve yakın sanayi kuruluşu bulunması gibi bilinen kurşun maruziyet kaynakları araştırıldı ancak kan ve saç kurşun düzeyleri ile bu kaynaklar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmadı. Sonuç ve Öneriler Çalışmamızın sonuçlarına göre, kabızlık şikayetiyle başvuran çocuklarda kurşun maruziyeti araştırılmalı, kurşun maruziyeti açısından risk etmenleri sorgulanmalı ve kabızlık etyolojisini aydınlatamadığımız çocuklarda imkan dahilinde kurşun düzeyi ölçülmelidir. Saç kurşun düzeyi; eksojen kurşun partiküllerinden, çocukların yaşlarından ve cinsiyetten etkilenebileceğinden kabızlığı olan çocuklarda kan kurşun düzeyi ölçülmesi daha uygun olabilir. Böylece, kurşun maruziyeti olan çocuklar erken teşhis edilebilir ve kurşunun özellikle nörolojik olumsuz etkileri oluşmadan maruziyetin önüne geçilebilir. Anahtar kelimeler: Kabızlık, kurşun, kan kurşun düzeyi, saç kurşun düzeyi