Tezler
Permanent URI for this community
Browse
Browsing Tezler by Title
Now showing 1 - 20 of 610
Results Per Page
Sort Options
Publication Open Access 0-6 yaş grubu çocuklarda el yaralanmalarının retrospektif analizi: Klinik çalışma / Retrospective analysis of hand injuries in children aged between 0 and 6 years: Clinical study(Bezmialem Vakıf University, 2011) ÖZDEMİR, Azimet; PROF. DR. ETHEM GÜNERENHand injuries occur with a yearly increasing rate in the modern century and constituteapproximately 1/5 of the patients referring to emergency departments. There are only a few studiesin the literature regarding the analysis of hand injuries, risk of injury, possible precautions andtreatment approaches in the group of 0-6 years of age.507 children within the group of 0-6 years of age, who were treated for hand injuries in ourclinic from January 2006 to January 2011 were retrospectively investigated in our study. Cases wereevaluated with regards to the type of injury, the underlying reason, location, treatment approachand the outcomes. The reasons were crush and compression (55%), sharp objects (31,5%), burn(6,4%), falling (3,1%), foreign body (1,8%), forearm injuries (1,3%) and infections (0,8%).368 cases (72,6%) were domestic and 139 (27,4%) were outdoor injuries. Injuries were morefrequent (76%) in spring and summer. More injuries (80%) had occured between 14:00-20:00compared to other times of the day. Incidence of affected right/left hand was 2/1.321 of the cases (63,5%) were simple injuries while 185 (36,5%) were complex.14% of the cases received in-hospital treatment. 88.5% underwent surgery under emergencyconditions and 11,5% had elective surgery. Fingertip injuries were observed in 75,3% (382 cases) ofthe cases. The most common reason of these injuries was the finger being caught in a door.Among these, 32,3% (164 cases) were restored with primary suture, 43% (218 cases) hadnail-bed repair, 1,3% (7 cases) had foreign body extraction, 4,6% (23 cases) received composite graft,18,6% (94) were restored with local flap.It is known that there are only a few studies in the literature on hand injuries within thegroup of 0-6 years of age. Our study aimed to not only provide an analysis of the injuries in this agegroup but also aimed to constitute a database for the possible risk factors and the related protectionmethods.Accidents have been demonstrated as one of the major reasons of disability and death in thegroup of 0-6 years of age. Despite the variations among geographic groups and age groups, indooraccidents constitute 25% of all accidents. In a study conducted in our country, this rate was found tobe 18-25%. In another study including the group of 1-7 years of age, one third of the children werereported to have had a domestic accident within the recent year.Key Words: 0-6 Years of Age, Hand Injuries, Retrospective Study.Publication Open Access 1-2 yaş arası sağlıklı çocuklarda vitamin D düzeylerinin saptanması / Determination of vitamin D levels in healthy children aged 1-2 yearsBABAYEVA, TURKAY; CESUR, YAŞARAmaç: D vitamininin kalsiyum homeostazı ve kemik sağlığındaki önemi bilinmektedir. Bunun yanı sıra eksikliği ve yetersizliğinin yaygın maligniteler, kardiyovasküler hastalıklar, metabolik hastalıklar, enfeksiyöz ve otoimmun hastalıkların dâhil olduğu pek çok kronik hastalıklarla ilişkisi de bildirilmektedir. Ülkemizde çocuklarda serum D vitamin düzeyi saptanması ile ilgili bir çok çalışma bulunmakla birlikte 1-2 yaş grubunu kapsayan spesifik bir çalışma bulunmamaktadır. Çalışmanın amacı D vitamini eksikliği ve yetersizliğinin prevalansının belirlenmesi, 0-1 yaş arası çocuklara sağlanan D vitamini desteğinin 1 yaşdan sonra da devam edip etmeme gerekliliğinin saptanmasıdır. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 1 Mayıs 2022 – 1 Temmuz 2022 tarihleri arasında Bezmialem Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları polikliniklerine başvuran 1-2 yaş arası sağlıklı, bilinen kronik hastalığı olmayan, 97 kız ve 103 erkek toplam 200 çocuk alındı. Çocuklardan rutin tetkikler için alınan kanlardan serum 25 (OH) D, parathormon, alkalen fosfataz, kalsiyum ve fosfor düzeyleri çalışıldı. D vitamini düzeyi <11 ng/mL eksiklik, 11-20 ng/mL yetmezlik, >20 ng/mL normal olarak tanımlandı. Bulgular: Çocukların ortalama D vitamin düzeyinin 28.9 ± 13.2 ng/ml olduğu bulundu. En düşük D vitamin değerinin 9.1 ng/ml iken, en yüksek değerin ise 145 ng/ml olduğu saptandı. D vitamini eksikliği oranı %1,5, D vitamini yetersizliği oranı %19,5, D vitamini normal olma oranı %71,5, D vitamin düzeyleri yüksek olma oranı ise %2,5 olduğu görülmüştür. Yaş ile kalsiyum (r-0.265) ve fosfor (-0.460) düzeyleri arasında anlamlı negatif korelasyon gözlenmiştir (p < 0.05). Sonuç: Çalışmamızda 1-2 yaş arasında her 5 çocuktan birinde D vitamini yetersizliği saptanması vitamin D profilaksisinin 1 yaşından sonra da devam edilmesi gerekliliğine işaret etmektedir. Anahtar sözcükler: Vitamin D eksikliği, 1-2 yaş arası çocuklar, vitamin D profilaksisiPublication Open Access 10-18 yaş arası vitamin d eksikliği olan hastaların3 aylık vitamin D ve vitamin D + K tedavisi sonrası kan parametrelerininretrospektif olarak karşılaştırılması / After 3 months of vitamin D and vitamin D + K treatment for patients with A vitamin D deficiency between 10-18 years of age retrospective comparison of blood parametersTEKİN, ESER; TORUN, EMEL10-18 Yaş Arası Vitamin D Eksikliği Olan Hastaların 3 Aylık Vitamin D Ve Vitamin D + K Tedavisi Sonrası Kan Parametrelerinin Retrospektif Olarak Karşılaştırılması Giriş: D vitamini eksikliği, ülkemizde ve dünyada oldukça yaygın şekilde görülmektedir. Kemik ve iskelet sistemi sağlığında kilit rol oynayan bu vitaminin eksikliğinin önlenmesi amacıyla sıklıkla çocuk ve yetişkinlere D vitamini takviyesi yapılmaktadır. Bu takviyenin etkisinin arttırılması amacıyla, vitamin D'nin kemik metabolizmasına etkisini artırdığı düşünülen K vitamininin tedaviye eklenmesinin, D vitamini ve kemik metabolizması biyobelirteçlerindeki düzelmeye etkisi araştırılmak amaçlanmıştır. Çalışmamızda D vitamini eksikliği olan 10-18 yaş arası çocuklarda D+K vitamini tedavisinin yalnız D vitamini tedavisine üstünlüğü araştırılmıştır. Gereç ve Yöntemler: Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları polikliniklerine başvuran, D vitamini eksikliği saptanan 77 pediatrik hastanın verileri çalışmaya dahil edilmiştir. Çocuklardan 39 tanesine yalnızca D vitamini (günlük 1000 mg kolekalsiferol oral) tedavisi 3 ay boyunca verilmiş, 38 tanesi ise 3 ay boyunca D+K (günlük 1000 mg kolekalsiferol oral + 200 mg menakinon oral) vitamini tedavisi almıştır. Çalışmaya katılan çocukların tedavi öncesi kan parametreleri alınmış, tedavi bitiminde de bu parametreler tekrar edilmiştir. Bulgular: İstatistiksel çalışmada (R v4.1.2 yazılım dilinde tidyr v1.1.4, dplyr v1.0.7, ggplot v2.3.3.5, tidyverse v1.3.1, fBasics v4021.92, rstatix v0.7.0 kütüphaneleri kullanılmıştır.) Yalnızca D vitamini tedavisi alan hastalar ile D+K vitamini tedavisi alan hasta grubunun serum D vitamini, kalsiyum, fosfor, alkalen fosfataz, parathormon, B12 vitamini, demir, total demir bağlama kapasitesi, lökosit, hemoglobin, hematokrit platelet, albümin ve osteokalsin düzeyleri incelenmiştir. İki grup arasında serum D vitamini düzeyi, serum kalsiyum düzeyi ve serum parathormon düzeyi ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur. (sırasıyla p=0.029, p=0.007, p=0.036). D+K vitamini tedavisi alan grupta yalnızca D vitamini tedavisi alan gruba göre ortalama serum D vitamini düzeyi %19, serum Ca düzeyi %0.3 daha yüksek ölçülürken serum parathormon düzeyi %5.8 daha düşük görülmüştür. Kemik metabolizması biyobelirteçlerinden fosfor, alkalen fosfataz, osteokalsin düzeylerinde istatistiksel olarak anlamlı bir fark oluşmamıştır. Sonuç: Çalışma sonucunda D vitaminiyle birlikte K vitamini kullanımının serum D vitamini düzeyini ve kemik metabolizması göstergelerini iyi yönde etkilediği görülmüştür. Klinik kullanıma girmeden önce geniş örnekleme sahip randomize kontrollü çalışmalar ve meta-analizlere ihtiyaç duyulmaktadır. Anahtar kelimeler: D vitamini, K vitamini, osteokalsin, parathormon, kalsiyumPublication Open Access 18 aydan büyük gelişimsel kalça displazili hastaların kapalı redüksiyon ile tedavisinin sonuçları / Results of closed reduction and casting older than 18 months of age patients with developmental hip dysplasiaSAYAR, ŞAFAK; ELMALI, NURZATAmaç: Bu çalışmada kapalı redüksiyon ve pelvipedal alçı ile tedavi edilen 18 aydan büyük gelişimsel kalça displazili hastaların klinik ve radyolojik sonuçları incelenip, tekniğin başarısını etkileyen nedenlerin tartışılması amaçlandı. Hastalar ve Yöntemler: Mart 2011 ve Haziran 2014 tarihleri arasinda Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Kliniği'nde 18 aydan büyük kapalı redüksiyon ve pelvipedal alçı uygulaması ile tedavi edilmiş gelişimsel kalça displazili 2'si erkek, 11'i kız 13 hastanın 20 kalçası değerlendirildi. Çalışmaya dahil edilen hastaların 4'ünde sağ, 2'sinde sol ve 7'sinde bilateral tutulum mevcuttu. Tedavi başlandığında hastaların ortalama yaşları 19,4 ay ve ortalama takip süresi 27,7 ay idi. Hastaların redüksiyon öncesi radyolojik değerlendirmeleri için direkt grafilerde Tönnis tarafindan tanımlanan yer degiştirme derecesi, Hilgenreiner metodu ile asetabular indeks ölçümü, asetabular açı ve femur boyun cisim açıları ölçüldü. Hastaların redüksiyon sonrası değerlendirmelerinde ise son kontrol tarihinde yapılan poliklinik muayenesi ve radyolojik olarak Hilgenreiner metodu ile asetabular indeks ölçümü, asetabular açı, Wiberg'in CE açısı ve femur boyun cisim açısı kullanıldı. Radyolojik sonuçları değerlendirmek için Tönnis'in normal toplum değerlerinin standart sapma değerlerine göre oluşturduğu tablodan yararlanıldı. Bulgular: Tönnis yer değiştirme kriterine göre redüksiyon öncesi 20 kalçanın pelvis AP grafisi değerlendirildi. Kalçaların 2'si Tönnis tip 1, 6'sı Tönnis tip 2, 7'si Tönnis tip 3 ve 5'i Tönnis tip 4 idi. Takip süresince 20 kalçadan 8'inde (%40) tedavinin yetersizliğine bağlı sekonder displazi gelişmesi nedeniyle ilk kapalı redüksiyon ve pelvipedal alçılamadan ortalama 5,2 ay sonra asetabular osteotomi uygulandı. 12 kalçada (%60) ise stabil redüksiyon sağlandığı düşünüldü ve ek bir cerrahi girişim ihtiyacına gerek duyulmadan kapalı redüksiyon ve pelvipedal alçılama yapıldı. Tek taraflı GKD'si olan hastaların çıkık kalça ile sağlam olan tarafı karşılaştırıldığında; çıkık kalçada sağlam kalçaya göre redüksiyon öncesi ve redüksiyon sonrası AI değerlerinin yüksek çıktığı gözlemlendi. Sağlam kalçalarda redüksiyon öncesi ortalama AI değeri 27,75 derece iken en son takip grafilerinde ortalama AI değeri 18,75 derece idi. Çıkık kalçalarda ise redüksiyon öncesi ortalama AI değeri 39,25 derece iken en son takip grafilerinde ortalama AI değeri 22,5 olarak bulundu. Sonuçlar: Bu çalışmanın takip süresi boyunca elde edilen veriler ışığında radyolojik ölçümler de göz önünde bulundurularak 18 ay ve üzeri hastalarda kapalı redüksiyon ve pelvipedal alçı uygulaması tercih edilebilecek yöntemlerden biri değildir. Ayrıca bu hastalarda tedaviye başlanıldığı anda Tönnis'e göre displazi derecesinin yüksek olduğu kalçalarda hem displazi açısından hem de ikincil cerrahi işlemlerin gerekliliği açısından dikkatli olmak gerekmektedir. Anahtar Kelimeler: Gelişimsel kalça displazisi, 18 ay üzeri, kapalı redüksiyon, pelvipedal alçıPublication Open Access 5-fluorourasile bağlı arteryel vazokonstrüksiyon etyolojisinde ürotensin-2'nin rolü / 5-fluorourasile bağlı arteryel vazokonstrüksiyon etyolojisinde ürotensin-2'nin rolüÇEVİRME, NİDAL; ŞEKER, MESUTGiriş ve Amaç:5-Fluorourasil (5-FU) gastrointestinal, meme, baş ve boyun kanserleri de dahil olmak üzere birçok malignenside tek başına veya çoklu ilaç terapileri içerisinde yaygın olarak kullanılan bir ilaçtır. Kardiyak toksisitesi az görülüyor olsa dahi hayati tehlike oluşturabilmektedir. Kardiyak toksisite patogenezi henüz tam olarak açıklanamamış olmakla beraber koroner vazospazm eskiden beri ana tetikleyici neden olarak kabul edilmektedir. Şimdiye kadar yapılan çalışmalarda sürekli 5-FU ve bolus 5-FU uygulamaları karşılaştırılmış ancak bilinen en güçlü vazokonstriktör medyatör olan ürotensin 2 ele alınmamıştır. Biz bu çalışmamızda sürekli 5-FU, bolus 5-FU uygulaması ve 5-FU hariç tedavi uygulanan hastalarda brakiyal arter çapı ölçümü ve ürotensin 2 düzeylerine bakarak 5-FU bağlı arteryel vazokonstriksiyonda ürotensin 2'nin rolünü bulmayı amaçladık Bulgular:Çalışmaya toplam 132 hasta dahil edildi. Bunlardan 42'si bolus 5-FU tedavisi alan grupta (Grup 1), 51'i infüzyonel 5-FU tedavisi alan grupta (Grup 2), geri kalan 39'u (Grup 3) 5-FU dışında tedavi alan grupta(GRUP3) bulunmaktaydı. Grup 1 deki 31 hasta FEC kemoterapi tedavisi, 2 hasta bolus FUFA tedavisi almışken, Grup 2 deki 7 hasta FOLFİRİNOX tedavisi ve 44 hasta FOLFOX ( ± Bevacizumab) tedavisi almışlardı. Grup 3 deki 13 hasta carboplatin-paklitaxel, 6 hasta cisplatin-gemsitabin, 6 hasta EC, 3 hasta AC, 2 hasta cisplatin-etoposid, 2 hasta gemsitabin ve 7 hasta diğer tedavilerden almıştı. Çalışmaya katılan bütün hastalardan kemoterapi tedavisinden önce ve kemoterapi tedavisinin hemen sonrasında alınan kan numunelerinde Urotensin II, tam kan hücre sayıları, karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri analiz edildi. Kemoterapi öncesi ve sonrası brakial arter çaplarında anlamlı bir değişiklik yoktu. Kemoterapi sonrası ürotensin2 düzeyleri başlangıca göre her üç grupda artmaktaydı ancak Grup 1 ve 2 deki artış anlamlı olarak daha fazlaydı. Kemoterapi öncesi ve sonrası brakial arter çapları ve ürotensin 2 düzeyleri ölçümleri yapıldı. Sonuç: Sonuç olarak biz bu çalışmada bolus veya infüzyonel 5-FU uygulamasıyla, en güçlü vazokonstrüktör olan ürotensin 2 değerlerinin artmış olduğunu gösterdik. 5-FU ilişkili kardiyak toksisite patogenezinde ürotensin 2 artışı rol oynuyor olabilir. UII ile 5-FU kardiyak toksisite ilişkisinin daha ayrıntılı araştırılması gerektiğini düşünmekteyiz. Anahtar kelimeler: ürotensin 2, brakiyal arter çapı, 5-fluoroprimidin, vazokonstriksiyon, toksisitePublication Open Access 6-paradol molekülünün amiloid beta enjeksiyonu ile oluşturulmuş alzheimer hastalığı modelindeki nöroinflamatuvar ve nöroprotektif etkilerinin araştırılmasıKİNSİZ, Beyza; ELİBOL, BirsenAlzheimer's disease (AD) is a progressive type of age related dementia in humans. It is considered that increase in oxidative stress due to microglia activation may cause progression of the disease. Studies have shown that 6-Paradol, one of the ginger metabolites, has positive effects on memory and reduces microglia activated-neuroinflammation. Therefore, the aim of the present study is to investigate the neuroprotective and anti-neuroinflammatory effects of 6-Paradol in amyloid beta (Aβ1-42)-injected AD model in rats. In this study, 33 adult rats (12-month-old) were divided into 5 groups; healthy control (n=6, no treatment), Sham control (n=6, Aβ1-42 solvent (5 µL) injected by intracerebral injection (i.c.v)), Aβ1-42 (n=9, 5 µL Aβ1-42 (i.c.v.) to the hippocampus), Positive control (n=6, 5 µL Aβ1-42 (i.c.v.) and 21 days of donepezil (2mg/kg) treatment), 6-Paradol (n=6, 5 µL Aβ1-42 (i.c.v.) and 2 weeks of 6-Paradol (5 mg/kg) treatment). Behavioral tests were performed after two weeks of treatment. Then, the rats were sacrificed and histological and molecular studies were performed. As a result, compared to the control group, it was observed that the rats in the Aβ1-42-injected AD group had delay in learning and deficiency in memory performance which measured by Morris Water Maze and passive avoidance test. 6-Paradol had no effect on learning and memory performance of rats. According to the resuls obtained by hematoxylin and eosin, the histological structures of brain tissues of the control groups and pozitive drug group were similar each other which were healthy appearance. However, in sections belonging to Aβ1-42 and 6-Paradol groups, it was observed that the nuclei of some neuronal cells were irregular and pycnotic. Also, there was vacuolization in brain tissue of the 6-Paradol group. According to Nissl staining, there was a significant decrease in the number of CA1 pyrimidal cells in the Aβ1-42 group of hippocampus (p<0.05). An increase in cell count was observed in the treatment groups given Donepezil and 6-Paradol. In Congo-red staining, which shows the presence of amyloid plaques, there was no change in the groups with treatment. Protein expression studies performed with Western blotting showed that apoptosis increased in the Aβ1-42 group and decreased significantly in the treatment groups. Also the expressions of fractalkine and fractalkine receptors, which are associated with microglia activation, were examined, and there was no significant change in the amount of fractalkine ligand among groups, there was a significant increase in its receptor in the Aβ1-42 group and this increase was improved by 6-Paradol treatment. While the amount of AD indicator proteins (pTau and PSEN1) increased with Aβ1-42, the concentrations of these proteins decreased to control levels by 6-Paradol treatment. No significant difference was observed among groups in the expression of BACE and Reelin proteins. In summary, the 6-Paradol teratment in AD model of rats shows an anti-inflammatory effect as it causes an improvement in microglia-related proteins.Publication Open Access 65-80 yaş arası ve 80 yaş üzeri hasta gruplarında akut böbrek hasarı gelişimi için risk faktörleri ve böbrek sağkalımı üzerine etki eden faktörler / Risk factors for the development of acute kidney injury in patient groups between 65-80 years and over 80 years and factors affecting renal survivalGULIYEVA, LEYLA; GÜRSU, MELTEMGiriş ve Amaç: ABH, böbrek fonksiyonundaki ani bozulma sonucu vücutta azotlu atık ürünlerin birikimi, ekstraselüler sıvı, elektrolit ve asit baz dengesinde bozulma gibi böbrek fonksiyon bozukluğunun diğer sonuçlarının da olduğu bir klinik tablodur. Yaşlı popülasyonda gerek risk faktörleri, gerek etiyoloji, klinik bulgular, gerekse sonlanım genç hastalardan farklılıklar gösterebilir. Çalışmamızın amacı 65 yaş ve üzeri hastalarda ABH risk faktörlerini belirlemek, hastalığın seyrine etki eden faktörleri ve sonlanımının belirleyicilerini tespit etmektir. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza 65 yaş ve üzeri olup ABH nedeniyle yatışı yapılan veya yatış sürecinde ABH gelişen hastalar değerlendirilmiştir. 65 yaş altı olan veya onam vermeyen hastalar dışlanmıştır. Dahil edilen hastalarda ABH'nin olası nedeni/nedenleri, yatış neden(ler)i, komorbid hastalıklar, hastaların kullanmakta oldukları ilaçlar, ABH tanısından sonra takip süreleri, yatış süresince böbrek fonksiyonları üzerine etki edebilecek ilaç veya tıbbi uygulamalar, taburcu tarihindeki kan basıncı, serum üre ve kreatinin düzeyleri ile tGFH kaydedilmiştir. İleri yaşlı olarak tanımlanabilecek 80 yaş üzeri hastalar ile 65-80 yaş arası hastalar çalışma parametreleri açısından karşılaştırılmıştır. Bağımsız iki grupta sayısal değişkenlerin karşılaştırmaları normal dağılım koşulu sağlanmadığından Mann Whitney U testi ile yapılmıştır. Gruplarda oranlar Ki Kare testi ile analiz edilmiştir. Sağkalım oranları Kaplan Meier Analizi ile hesaplanmıştır. Risk faktörleri Cox regresyon analizi ile incelenmiştir. İstatistiksel alfa anlamlılık seviyesi p<0,05 olarak kabul edilmiştir. Bulgular: Çalışmaya 196 hasta dahil edilmiştir (103 kadın, 93 erkek). Ortalama yaş 72,5±4,4 yıl saptanmıştır. 148 hasta 65-80 yaş arası iken 48 hasta 80 yaş üzeri idi. Hastaların 83'ünde (%56,1) altta yatan KBH mevcuttu. Hastaların bazal kreatinin düzeyleri 1,30±0,57 mg/dl, tanı anında kreatinin düzeyi 3,43±4,35 mg/dl, sistolik ve diyastolik kan basıncı ortalamaları 125,9±31,6 mmHg ve 68,8±17,7 mmHg idi. Hastaların 100'ünde (%51,0) evre-2, 53'ünde (%27,0) evre-3 ve 43'ünde (%21,9) evre-1 ABH olduğu tespit edilmiştir. Yaş grupları ABH evresi açısından benzer bulundu. ABH etiyolojisi en sık prerenal nedenler (%56,6) olarak kaydedilmiştir. Yaş alt grupları arasında etiyoloji temel grupları açısından fark saptanmamıştır. Prerenal nedenlerden en sık olanının oral alım eksikliğine bağlı dehidratasyon (%29,1) olduğu, intrinsik renal nedenlerden en sık olanının nefrotoksin maruziyeti (%26,0) olduğu görülmüştür. En sık üç yatış nedeni genitoüriner sistem hastalıkları, infeksiyonlar ve kardiyovasküler sistem hastalıkları olarak tespit edilmiştir. 80 yaş üzeri olan hastalar arasında ise en sık yatış nedeni infeksiyonlar olup bunu genitoüriner sistem hastalıkları ve kardiyovasküler hastalıklar takip etmiştir. Yaş grupları arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. En sık üç komorbid hastalık sırasıyla hipertansiyon, DM ve KBH olup yaş gruplarının analizinde 80 yaş üzeri grupta bu sıralama hipertansiyon, KBH ve iskemik kalp hastalığı şeklinde idi. Ancak fark istatistiksel olarak anlamlı değildi. En sık kullanılan üç ilaç grubu sırasıyla beta blokerler, diüretikler ve RAAS blokerleri idi. Yaş grupları arasında ilaç grupları açısından fark yoktu. Hastaların taburcu oldukları sıradaki sonlanımları incelendiğinde toplam hasta grubunda %74,9 hastada iyileşme (%40,3 tam ve %34,6 kısmi) tespit edilirken %9,6 hasta diyaliz bağımlı böbrek yetersizliği hastası olarak taburcu olmuş, %15,3 hasta ise hayatını kaybetmiştir. 65-80 yaş arası grupta hasta sonlanım durumları incelendiğinde zeminde KBH olan hastalarda tam iyileşmenin daha az, diyaliz bağımlı böbrek yetersizliğinin daha sık ve ölüm sıklığının ise daha düşük olduğu görüldü (p<0,021). Sepsis mevcut olan hastalarda ölüm oranının belirgin yüksek olduğu tespit edildi (p<0,001). ABH evresi ilerledikçe tam iyileşme oranının azaldığı, diyaliz bağımlı böbrek yetersizliği ve ölüm sıklığının ise arttığı görülmüştür(p<0,001). Yatış nedeni genitoüriner sistem hastalıkları olan hastalarda tam iyileşmenin daha az, diyaliz bağımlı böbrek yetersizliğinin daha çok, ölümün ise daha az sıklıkta görüldüğü tespit edilmiştir (p<0,003). Malignitesi olan hastalarda iyileşme oranlarının daha düşük olduğu, diyaliz bağımlı böbrek yetersizliği ve ölüm sıklığının ise daha sık olduğu saptandı (p<0,023). Beta bloker kullanan hastalarda mortalite daha düşüktü (p<0,025). Nonoligürik hastalarda iyileşme oranlarının daha yüksek, diyaliz bağımlı böbrek yetersizliği ve ölüm oranının ise daha düşük olduğu saptandı (p<0,001). 80 yaş üzeri grupta cinsiyet, etiyoloji, ABH evresi, komorbid hastalıklar, oligüri olmasına göre yapılan alt grup analizlerinde sonlanım açısından fark saptanmadı. Dihidropiridin grubu kalsiyum kanal blokeri kullanan hastalarda ölüm oranının daha düşük olduğu (p<0,033), RAAS blokeri (p<0,031) veya beta bloker (p<0,006) kullanan hastalarda kısmi iyileşmenin daha sık, tam iyileşmenin daha az olduğu, diyaliz bağımlı böbrek yetersizliği ve ölüm oranlarının ise daha fazla olduğu dikkat çekti. Cox regresyon analizi ile iyileşme olmaması (diyaliz bağımlı böbrek yetersizliği veya ölüm) için başlıca risk faktörleri 65-80 yaş grubunda aminoglikozid kullanımı (p<0,001) ve DM varlığının (p<0,032); 80 yaş üzeri grupta ise kalp yetersizliğinin olması (p<0,004), yatış endikasyonunun kardiyovasküler hastalıklar olması (p<0,001) ve kolistin kullanımı (p<0,026) idi. 65-80 yaş grubunda hastanın nonoligürik olmasının iyileşmeme riskini azalttığı (p<0,003); 80 yaş üzeri grupta ise etkisinin olmadığı görülmüştür (p<0,078). ABH evrelerinin 80 yaş üzeri grupta etkisi görülmezken, 65-80 yaş grubunda evre-2 ABH'nin evre-3 ABH ile kıyaslandığında koruyucu etkisi olduğu görülmüştür (p<0,009). Cox regresyon analizi ile ölüm ile ilişkili faktörler incelendiğinde aminoglikozide bağlı ABH'de ve nondihidropiridin grubu KKB kullananlarda riskin daha yüksek, nonoligürik seyredenlerde ise daha düşük olduğu tespit edilmiştir. Çok değişkenli analizde ölüm veya diyaliz bağımlı böbrek yetersizliği için zeminde KBH olması (p<0,048) ve hastanın nonoligürik olmasının (p<0,005) koruyucu etkisi olduğu tespit edilmiştir. Sonuç: Geriatrik popülasyon pek çok nedenle ABH'ye karşı daha savunmasızdır. Bu hasta grubunda ABH prognozu daha kötü olup çalışmamızda da raporladığımız gibi diyaliz bağımlı böbrek yetersizliği ve mortalite oranları yüksektir. Özellikle sepsis, kalp yetersizliği gibi sistemik hastalıklar ve nefrotoksik ilaç kullanımı ABH gelişimini tetikleyebildiği gibi prognozu da olumsuz etkilemektedir. Bu nedenle geriatrik hasta popülasyonunda ilk hedef ABH'den korunmak olmalıdır. Bu amaçla tüm klinisyenlerin hedefleri komorbid hastalıkların etkin tedavisi, nefrotoksik ajanlardan kaçınmak, çoklu ilaç kullanımından kaçınmak, ilaç dozları ve uygulamaları konusunda dikkatli olmaktır. Diğer önemli nokta ise yaşlı hastalarda en sık ABH nedeni olarak raporlanan dehidratasyon konusunda farkındalığın yüksek olması, volüm durumunu etkileyebilecek diüretikler gibi ilaç gruplarının doz titrasyonlarının çok dikkatli yapılması, sıkça görülen geriatrik sendromlarda karşımıza çıkabilecek oral alım eksiklikleri ile başa çıkma yöntemlerinin aranmasıdır. Anahtar sözcükler: Akut böbrek hasarı, kronik böbrek hasarı, yaşlılık, mortalite, sepsis, dehidratasyon.Publication Open Access Abdominal çok kesitli bilgisayarlı tomografide saptanan venöz varyasyonlar / The common venous variations in abdominal multislice computed tomography(Bezmialem Vakıf University, 2011) HAVAN, NURİ; DOÇ. DR. MURAT ACARObjective : In general, the venous variations are asymptomatic. Determination of these variations previously before abdominal surgery and interventional procedures is important because of prevention and reduction of the potential complications. Our aim is to determine the types, prevalance and distribution according to gender of portal vein system and IVC and its branches by using advanced image processing tecniques at routine abdominal multislice compıuted tomography (MDCT) with intravenous contrast agent.Materials and Method : In our study, 471 patients who underwent routine IV contrast-enhanced abdominal MDCT examinations were retrospectively evaluated. The venous phase images were taken on 65. second. We used 0,838 average pitch and o,5 mm collimation. We evaluted the images by using advanced image processing such as maximum intensity projection images, multiplanar reconstruction and volume rendering.Result : In total 471 patients, in 2 patients (0.4 %) variation of IVC, in 122 patients (25.9 %) variation of hepatic vein, in 123 patients (26.1 %) difference in the opening of hepatic vein to İVC, in 162 patients ( 34.4%) variation of the renal vein, 138 patients (29.3%) variation of the portal vein; In 217 female patients, in 33 patients (% 15,2) anomalous openig of right ovarian vein to right renal vein, in 254 male patients, in 30 patients (% 11,8 ) anomalous opening of right testicular vein to right renal vein were detected.Conclusion : The prevelance of variation in branches of the portal vein system and the inferior vena cava are very high. Advanced image processing methods and routine abdominal MDCT can show these variations very well. We should be specified on these variations which have the clinical significance on reporting.Publication Open Access ABO kan grubu ile COVID-19 arasındaki ilişki / Association of ABO blood group with COVID-19KARAGÖZLÜ, GİZEM; ÖZDER, ACLANAmaç: Çin'in Wuhan Şehrinde, 31 Aralık 2019'da etiyolojisi bilinmeyen pnömoni vakalarının bildirilmesiyle başlayan ve kitlesel olarak yaşam tarzını değiştirip, çok sayıda ölüme sebep olan Covid-19 pandemisi tüm dünyada etkisini sürdürmeye devam etmektedir. Ülkemizde ilk Covid-19 vakası 11 Mart 2020'de saptanmış ve vaka sayıları tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de artış göstermiştir. Covid-19 hastalık şiddetinde ve SARS-CoV-2 bulaşıcılığında etkili faktörlerle ilgili bulgular literatüre eklenmeye devam etmektedir. Covid-19 hastalığına yatkınlıkla herhangi bir biyolojik belirteç arasında henüz bir ilişki kurulamamıştır. Kan grubu antijenlerinin ekspresyonundaki farklılıklar enfeksiyonlara karşı konak duyarlılığını etkileyebilir ve kan grupları doğrudan bir reseptör ya da koreseptör olarak enfeksiyona neden olabilir. Bizim çalışmamız da ABO kan grubunun Covid-19 ile ilişkisini belirlemeyi amaçlamaktadır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamız Bezmialem Vakıf Üniversitesi Hastanesi'ne 01.03.2020-30.06.2020 tarihleri arasında başvuran ve PCR testi ile "Kesin Covid-19" tanısı almış hastaların geriye dönük olarak değerlendirilmesi ile oluşturulmuştur. Hastaların yaş, cinsiyet, kan grupları, laboratuvar bulguları, Toraks BT bulguları, eşlik eden kronik hastalıklarına ek olarak hastane yatış sürelerindeki klinik seyirleri incelenerek kaydedilen Satürasyon düşüklüğü, Ateş yüksekliği, YBÜ ihtiyacı oluşup oluşmadığı ve tedavi sonucunda hayatta kalma durumları incelenmiştir. İstanbul ilinin kan grubu dağılımını temsil ettiği düşünülen, 2020 yılında 136.231 kişi ile yapılan bir çalışma referans alınarak kontrol grubu oluşturulmuştur. Kan gruplarının Covid-19 hastalığı ile ilişkisi incelenmiş ve istatistiksel anlamlılığı araştırılmıştır. İstatistiksel analizler "IBM® SPSS© 24 yazılımı" kullanılarak yapılmıştır. Çalışma verileri değerlendirilirken Man Whitney U, Ki-kare testleri, Kruskal-Wallis Testi, Tek Yönlü Varyans Analizi ve İkili Lojistik Regresyon Analizi kullanılmıştır. Anlamlılık p<0,05 düzeyinde değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmaya alınan bireylerin kan grubu dağılımı referans değerlerle karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir fark tespit edildi (p<0,05) ve A kan grubu Covid-19 hasta bireyler arasında en sık gözlenen grup, AB kan grubu ise en az gözlenen grup olarak bulundu. Çalışmamızda O kan grubuna sahip bireylerin %6'sında YBÜ yatışı ihtiyacı gözlemledik ve kan grupları arasında en az YBÜ ihtiyacı oluşma riskini O kan grubunda saptadık. Ayrıca YBÜ yatışları açısından O/NonO karşılaştırmasında da O kan grubunda daha az YBÜ yatışı olduğunu ve bu xv farkın istatistiksel olarak anlamlı olduğunu tespit ettik (p<0,05). Satürasyon düşüklüğü açısından kan gruplarının (A, B, AB, O) kıyaslanmasında fark bulamasak da O/NonO grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark tespit ettik (p<0,05). O kan grubunda daha az satürasyon düşüklüğü gözlemledik. İkili lojistik regresyon analizinde ABO kan gruplarının (A kan grubu referans alınarak) YBÜ yatışı ve taburculuk/ölüm üzerindeki etkilerinde istatistiksel olarak anlamlı bir fark tespit etmedik (p>0,05). Sonuç: ABO kan grubunun, SARS-Cov-2 bulaşıcılığında ve Covid-19 hastalık şiddetinde rolünün ortaya koyulması için ek çalışmalara ihtiyaç olmakla birlikte biriken kanıtlar, ABO kan grubunun Covid-19 hastaları arasındaki bulaşıcılığı belirlemede ve hastalığın şiddetini göstermede bir belirteç olarak kullanılabileceğini düşündürmektedir. Ancak Covid-19'un seyrinde kronik hastalıkların, yaş gibi kişiye özel faktörlerin ve uygun tıbbı bakıma zamanında erişmenin, bulaşıcılıkta rolü olan davranışsal değişikliklerin etkisinin daha baskın olduğu ve ABO kan gruplarının ikincil rol üstlendiğini düşünmekteyiz. ABO kan grubu ile Covid-19 ilişkisi, koruyucu hekimliğin en temel uygulamalarından birisi olan aşılamadaki stratejilerin belirlenmesinde yol gösterici olabilir ancak bu ilişkinin daha kapsamlı çalışmalarla aydınlatılması gerekmektedir. Anahtar Kelimeler: Covid-19 Hastalığı, SARS-CoV-2, ABO Kan GrubuPublication Open Access Acil servise ateşli silah yaralanması ile başvuran hastaların analiziAKBALIK, Saadet; TAŞLIDERE, BahadırPurpose and Hypothesis: To investigate the conditions that have an impact on the mortality of patients admitted to the emergency department due to high kinetic energy gunshot wounds. For this purpose; The aim of this study is to compare the demographic structure of the patients, injury site, surgical indications, laboratory values and trauma scores, and to discuss their differences with studies conducted in our country and around the world, and their reasons. Method: Our study was carried out between 01 January 2016 and 31 December 2016. The patients were divided into two groups as living and deceased. Age, gender, occurrence of the event, vital signs, injury site, involving more than one anatomical area, surgical treatment requirement, whether fracture surgery was performed, chest tube insertion status, laboratory parameters were compared. ISS, RTS and TRISS scores were compared between groups with living and deceased patients. Cut of values were calculated by performing ROC analysis. How useful they are in estimating mortality was investigated. The research data were recorded in IBM SPSS Statistics for Windows, version 21.0 and statistical analysis was performed. Finding: 127 patients over the age of 18 who applied to the emergency department due to high kinetic energy gun injury and were brought directly from the area were included. The patients were divided into two groups as living and deceased. When the laboratory findings of the patients were examined; Considering the trauma scores, it was seen that the ISS averages of the living individuals were lower than the deceased individuals, and the average of the RTS and TRISS scores of the surviving individuals was higher than the deceased individuals. The mean Systolic Blood Pressure of the living individuals is lower compared to the deceased individuals, the Respiratory Number of the deceased individuals is higher than the living individuals, and the GCS averages of the deceased individuals are significantly lower than the living individuals. Conclusion: In patients brought to the emergency room with individual gunshot wounds, vital signs and laboratory tests should be evaluated quickly and trauma scores with proven effectiveness such as ISS, RTS and TRISS should be calculated. These trauma scores differed between deceased and surviving patients. It should be known that mortality is high in gunshot wounds with head, neck and spinal injuries. In addition, patients with vascular injuries should be given priority. In cases of firearm injury, it is the most accurate method to make a decision with evidence-based findings obtained by utilizing the way the event occurred, the site of injury, vital signs, laboratory values and trauma scores.Publication Open Access Acil servise göğüs ağrısı şikayetiyle başvuran ve akut koroner sendrom düşünülen hastaların tanısında kullanılan kardiyak troponin ı, myoglobin ve kalp tipi yağ asidi bağlayıcı protein (h-fabp) testlerinin değerlendirilmesi / Value of heart-type fatty acid-binding protein (h-fabp), cardiac troponin and myoglobin for emergency department patients with suspected acute coronary syndromeKARAKUŞ YILMAZ, BANU; ÖZÜÇELİK, DOĞAÇ NİYAZİGiriş ve Amaç: Acil servise göğüs ağrısı şikayeti ile başvurularının %15'ini Akut Koroner Sendrom (AKS) oluşturur. Dünyada halen birinci sırada ölüm nedeni olan AKS'nin erken tanısında rutinde kullanılan testlere göre daha hassas olduğu ileri sürülen H-FABP'nin (yağ asidi bağlayıcı protein) değerliliğinin saptanması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: TC. Bezm-i Alem Vakıf Üniversitesi Acil Tıp AD'a iskemik tipte göğüs ağrısı şikayeti ile başvuran ve AKS düşünülen hastalar araştırmaya alındı. Hastaların anamnez sonrası, 10 dakika içerisinde EKG'leri çekildi. H-FABP, Troponin I, Myoglobin, Kreatinin kinaz ve CK-MB değerleri için kan örnekleri alındı. Hastaların, demografik özellikleri ve bulguları, SPSS for Windows 14 programına kaydedilerek istatistiksel verileri anliz edildi. Bulgular: Araştırmaya 66 hasta alındı. Hastaların %54,5'i AKS tanısı aldı. 66 hastadan %42,4'ü PTCA'ya gönderildi, %9,1'i koroner yoğun bakım ünitesine, %3'ü diğer bölümlere yatırıldı, %3'ü exitus oldu, %42,4'ü acil servisten taburcu edildi. AKS tespitinde H-FABP duyarlılığı %25, özgüllüğü %97, Pozitif Prediktif Değeri (PPD) %90, Negatif Prediktif Değeri (NPD) %52; Troponinin I duyarlılığı %50, özgüllüğü %80, PPD %75, NPD %57; myoglobinin duyarlılığı %30, özgüllüğü %97, PPD %92, NPD %54; CK-MB duyarlılığı %25, özgüllüğü %97, PPD %90, NPD %52 bulundu. H-FABP'ın STEMI ve NSTEMI'da duyarlılığı %25, özgüllüğü %94, PPD %80 ve NPD %57,2 bulundu. Tartışma: Araştırmamızda Myogobinin, CK-MB, Troponin I'nın duyarlılığı, özgüllüğü, PPD ve NPD'si diğer çalışmalarla (sırasıyla; Myoglobinin; %39,3-75,9; %25-95,8; %5,3-100; %51,4-100; CK-MB; %%39,3-70; %35,2-97,6; %7,7-100; %50-%99; Troponin I; %12-64,9; %50-100; %60-100; %34,5-%92) benzer bulunurken, H-FABP'nin duyarlılığının diğer araştırmalardan (%47-94,7) daha düşük, ancak özgüllüğünün, PPD ve NPD'sinin diğer araştırmalarla (sırasıyla; %30-100; %44,4-100; %40-100) benzer olduğu bulundu. Sonuç: Akut Koroner Sendrom'un erken tanısında H-FABP tek başına kullanılabilecek bir biyokimyasal belirteç değildir. Anahtar kelimeler: Akut Koroner Sendrom, H-FABPPublication Open Access Acil servise supraventriküler taşikardi ile başvuran hastalarda medikal kardiyoversiyon sonrası ekg analizleri / Ecg analysis after medical cardioversion in patients applicable to the emergency department with supraventricular tachicardiaÖZATAK, AHMET TAHA; SÖNMEZ, ERTANGiriş ve Amaç: Supraventriküler taşikardi (SVT) her yıl dünya genelinde 100.000 kişiden 35'inde görülen bir ritim bozukluğudur. SVT'yi ortaya çıkaran mekanizmalar çok faktörlüdür. Atrioventriküler Nodal Reentran Taşikardi (AVNRT) en sık görülen SVT çeşididir. SVT 160 atım/dk veya daha fazla ventriküler hız ve düzenli dar kompleks ritim ile karakterizedir SVT'yi sonlandırmak için karotis sinüs masajı ve vagatonik manevralar ilk tercih tedavi yöntemleridir. Bu yöntemlere cevap vermeyen hastalarda medikal kardiyoversiyon seçeneğine ihtiyaç duyulmaktadır. Hemodinamisi unstabil olanlarda ise ilk tercih tedavi yöntemi elektriksel kardiyoversiyondur. Bu çalışmada amacımız SVT hastalarında medikal kardiyoversiyon sonrası EKG'leri değerlendirmek ve sinüs pause süresine etki eden faktörleri incelemektir. Gereç ve Yöntem: Araştırmamız Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Acil servis Anabilim Dalı 31/03/2021-31/03/2022 tarihleri arasında retrospektif olarak yapıldı. SVT ile acil servise gelen 89 hastanın verileri incelendi. Başvuru sonrası EKG'sinde SVT saptanan, hemodinamik olarak stabil, vagal manevralara yanıtı olmayan, Glaskow Koma Skalası (GKS)=15, 18 yaş üstü, gebe olmayan, adenozin, diltizem veya beta bloker'e alerjisi olmayan hastalar çalışmaya dahil edildi. Çalışma süresince SVT saptanan hastalara adenozin, kalsiyum kanal blokerleri ve beta bloker medikal tedavi seçenekleri uygulandı. Çalışma için hastaların demografik bilgilerini, şikayetlerini ve şikayet sürelerini, özgeçmişlerini, kullandığı ilaçları, tedavi öncesi ve sonrası tansiyon ölçümlerini, tedavi uygulama sırasındaki semptomları, kardiyoversiyon sonrası ritmin defibrilatörden alınan çıktısındaki küçük kare sayısı, nüks olup olmadığını kayıt altına alan bir form oluşturuldu. Bu hastaların tedavisinde, adenozin hızlı puşe devamında 10 cc salinle yıkama, diğer ilaçlar 2-5 dakika aralığında yavaş puşe şeklinde kılavuza uygun olarak uygulanmıştır. Tüm olgular için istatistiksel anlamlılık p<0,05 olarak belirlendi. İstatistiksel analiz, IBM SPSS for Windows v.22 (IBM, Armonk, NY, Amerika Birleşik Devletleri) istatistik paketi kullanılarak yapıldı. Bulgular: Çalışmaya Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Acil Servis Anabilim Dalı'na supraventriküler taşikardi, çarpıntı, nabız anormallikleri ve taşikardi ön tanıları konulan 140 hastayla başlandı. Bu hastalardan 25'inin EKG'sinde atrial fibrilasyon, 20'sinde sinüs taşikardisi, 4'ünde atrial flutter, 2'sinde multifokal atrial taşikardi, 89'unda SVT saptandı ve çalışmaya bu 89 hasta ile devam edilip diğerleri çalışma dışında bırakıldı. Demografik özellikleri incelendiğinde 89 hastanın 44'ü (%49.4) kadın, 45'i (%50.6) erkektir. Hastaların yaş ortalaması 51 (44.5- 64.5)'dir. Çalışmaya alınan hastaların yaşı ve pause süresi karşılaştırıldığında yaş arttıkça pause süresinde uzama ile zayıf pozitif korelasyon gösterdiği saptandı (p=0.012). Hastaların vücut kitle indeksi (VKİ) ortalamaları 28.75(25.90-31.73) saptandı. VKİ ile pause süresi arasında zayıf negatif korelasyon eğilimi saptandı (p=0.053). Çalışmaya alınan hastaların başvuru öncesi şikayet süresi ile pause süresi karşılaştırıldığında zayıf pozitif korelasyon gösterdiği saptandı. Sonuç: Acil servise SVT ile başvuran hastalarda medikal tedavi sonrası yaptığımız EKG analizlerinde cinsiyetin, komorbiditelerin, önceki SVT atak sayısının, kullanılan ilaçların, hemoglobin düzeylerinin, adenozin dozunun EKG üzerine anlamlı bir etki oluşturmadığını saptadık. Ancak, yaş arttıkça pause süresinin uzayacağını, yaşlı hastalarda adenozin dozunun azaltılabileceğini değerlendirmekteyiz. Ek olarak VKİ'si yüksek hastalarda pause süresini kısalabileceğini saptadık. Başvuru anında şikayet süresi uzun olan hastaların da pause süresinin diğer hastalara göre daha uzun olduğunu gördük. Anahtar Kelimeler: Supraventriküler taşikardi, EKG, Pause süresi, AdenozinPublication Open Access Acil serviste akut apandisit tanısı konulan hastalarda SCUBE1 proteininin tanısal değerinin araştırılması / Diagnostic value of SCUBE1 protein in patients diagnosed with acute appendicitis in emergency serviceAKBAY, DURSUN; SÖNMEZ, ERTANÖZET Acil Serviste Akut Apandisit Tanısı Konulan Hastalarda SCUBE1 Proteininin Tanısal Değerinin Araştırılması Amaç: Signal peptide - CUB (complement C1r/C1s, Uegf, and Bmp1) - EGF (epidermal growth factor) - like domain - containing protein 1 (SCUBE1) yakın zamanda bazı çalışmalarda bazı kanserlerde, Akut koroner sendromun (AKS) tanısında, iskemik strokta ve Kırım Kongo Kanamalı Ateşi'nde (KKKA) biyobelirteç olarak araştırılmıştır. Bu çalışmanın amacı akut apandisit (AA) tanısı konan hastalarda SCUBE1'in tanısal değerini araştırmaktır. Materyal ve Metot: Çalışmamıza acil servise başvuran AA ön tanılı 150 hasta alındı. Bunlardan çeşitli nedenlerle çalışmadan çıkarılan hastalar ile patolojik tanısı AA olmayanlar çalışmadan dışlandı. Hasta grubu patolojik tanısı AA olarak kesinleşen 47 hastadan oluştu. Kontrol grubu da 43 sağlıklı gönüllüden oluştu. Gruplarda SCUBE1, Alvarado skoru (ASK), C-reaktif protein (CRP), rutin testler karşılaştırıldı. Bulgular: SCUBE1 değerlerinde hasta grubu ile kontrol grubu karşılaştırıldığında anlamlı fark görülmedi (p=0,209). SCUBE1 değerleri, CRP (+) hastalarda anlamlı yüksek çıktı (p=0,048). Hasta grubunda SCUBE1 değerlerinde, ASK açısından kıyaslandığında anlamlı fark çıkmadı (p=0,304). Bilgisayarlı tomografide (BT) apendiks çapı arttıkça SCUBE1 değerleri artmaktadır (p=0,043). CRP değerleri perfore apandisitte (PA), nonperfore apandisitten (NPA) anlamlı derecede yüksek bulundu (p=0,007). Beyaz kan hücreleri (WBC), PA ve NPA'yı ayırmada etkili değildi (p=0,06). Sonuç: Çalışmamızda SCUBE1'in AA'da tanısal bir değeri olmadığını bulduk. Ancak CRP'si pozitif olan hastalarda SCUBE1 in anlamlı yüksek olduğunu bulduk. SCUBE1 değerleri ile BT apendiks çapları arasında pozitif korelasyon bulundu. Anahtar Kelimeler: Akut Apandisit, SCUBE1, Alvarado Skorlaması, USG, BT, CRPPublication Open Access Acil serviste akut koroner sendrom tanısı konulan hastalarda yaş ile serum paraoksonaz/arilesteraz aktivitesi arasındaki ilişkinin karşılaştırılması / Comparison of the relationship between age and serum paraoxonase /arylesterase activity of patients diagnosed with acute coronary syndrome in emergency departmentCALP, BEGÜM; TAŞLIDERE, BAHADIRGiriş ve Amaç: Modifiye edilebilir bir risk faktörü olan HDL kolesterol, tıkayıcı plakların oluşumunun önlenmesinde rol almakta ve antioksidan özelliği paraoksonaz enzimine atfedilmektedir. HDL kolesterole bağımlı olan paraoksonaz/arilesteraz (PON1)'in, LDL kolesterolün oksidasyonunu önleyen antioksidan ve ateroprotektif etkisiyle KAH'deki etkileri yapılan çalışmalarla kanıtlanmıştır. Birçok hastalıkta biyomarker olan PON1 aktivitesinin aterosklerotik hastalıklarda ve yaşlanmayla birlikte azaldığı belirtilmiştir. Halihazırda yaşlanmayla birlikte azalan PON1 enzim aktivitesinin AKS hastalarında ve sağlıklı gönüllülerde yaş gruplarına ayırılarak karşılaştırılması daha önce çalışılmamıştır. Biz bu çalışmamızda özellikle 50 yaş altı genç popülasyondaki bireyleri hedef aldık. Acil servise başvuran AKS tanısı olan hastaları ve sağlıklı gönüllüleri karşılaştırarak, akut miyokard enfarktüsü ile PON1 enzim aktivitesi ve fenotipleri arasındaki ilişkiyi araştırdık. Böylece bu enzim aktivitesinin, AKS tanı, tedavi ve prognozunda kullanılmasının yanı sıra, bir tarama testi olarak etkisinin araştırılmasında yapılacak yeni çalışmalara ışık tutmayı amaçladık. Gereç ve yöntem: Çalışmaya Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Servisine Ekim 2019 – Kasım 2020 tarihleri arasında göğüs ağrısı şikayetiyle başvuran ve AKS ön tanısı ile acil kırmızı alanda değerlendirilen 18 yaşından büyük 215 hasta ve herhangi bir ilaç kullanmayan sağlıklı 80 gönüllü alınmıştır. Prospektif olarak tasarlanan çalışmada dahil olma kriterlerini sağlayan ve KAH tanısı anjiyografi ile >%50 stenoz ya da total oklüzyon olarak kanıtlanmış 118 hasta ve 80 kontrol grubu verileri not edilerek karşılaştırıldı. AKS düşünülen hastalardan çekilen ilk elektrokardiyografi sonrası tedavi başlamadan önce alınan kan örneklerinden rutin tetkikler, lipid paneli, PON1 enzim aktivitesi ve fenotip dağılımı çalışıldı. Hastalarda yaş, cinsiyet, koroner anjiyografi öyküsü, kardiyak by-pass operasyon öyküsü, aile öyküsü, eşlik eden hastalıklar, kullanılan ilaçlar, sigara kullanımı değerlendirildi ve demografik veriler formuna not edildi. Tüm veri analizleri Windows v.22 için SPSS (IBM, Armonk, NY, Amerika Birleşik Devletleri) istatistik paketi kullanılarak yapıldı ve istatistiksel anlamlılık p<0.05 olarak belirlendi. Bulgular: Acil servise göğüs ağrısı ile başvuran 216 hastanın 118'i çalışmaya uygun kabul edildi. AKS ön tanısı ile koroner YBÜ yatışı yapılan ve KAH tanısı koroner anjiyo ile kanıtlanmış 118 hastanın ve 80 sağlıklı gönüllünün verileri incelendi. Hasta grubunun 25'i (%21.2) kadın, 93'ü (%78.8) erkekti ve yaş ortalaması 58.61±11.31 olarak hesaplandı. Sağlıklı grubun 29'u (%36.3) kadın, 61'i (%63.7) erkekti ve ortalama yaş 49.98±12.14 olarak saptandı. Her iki grup yaş ve cinsiyet açısından karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı saptanmıştır (sırasıyla p<0.001, p=0.020). Hasta ve sağlıklı gönüllülerin PON1 enzim aktivitesi olarak paraoksonaz ve arilesteraz medyan değerleri kıyaslanmış ve istatistiksel olarak anlamlı farklılık tespit edilmemiştir (p>0.05). Hastalar 50 yaş altı (A grubu) ve 50 yaş ve üstü (B grubu) olarak iki gruba ayrıldı. PON1 aktivitesinin paraoksonaz ve arilesteraz medyan değerleri hesaplanarak yaşla kıyaslanmış ve istatistiksel olarak anlamlı farklılık tespit edilmemiştir (p>0.05). 50 yaşından genç olan 26 hasta ve 47 sağlıklı gönüllünün PON1 aktivitesi karşılaştırılmış ancak önemli fark saptanmamıştır (p>0.05). Her iki grupta LDL düzeyi kıyaslandığında hasta grubunda ortalama 141.74±36.46 mg/dL, kontrol grubunda ortalama 130.91±33.49 mg/dL olarak tespit edilmiş ve istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmıştır (p=0.037). Hasta ve kontrol gruplarının PON'in üç ayrı fenotip dağılımı incelendiğinde, fenotip1 (PON1192QQ) en çok bulunan fenotiptir [hasta grubunda n=41 (%34.7), kontrol grubunda 39 (%48.8)]. Ancak fenotip dağılımında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05). Hasta grubundaki tıkalı damar sayısı (tek damar n=65, çift damar n=28, üç damar n=25) ile fenotipik dağılım incelendi ve gruplar arası karşılaştırmada anlamlılık saptanmadı (p>0.05). Fenotip1'de %95.1 oranında, fenotip2'de %70 oranında, fenotip3'de %63.6 oranında 50 yaş üstünde hasta sayısı saptanmıştır ve istatistiksel olarak anlamlı saptanmıştır (p=0.006). Sonuç: Akut koroner sendromda PON1 enzim aktivitesinin incelendiği çalışmamızda, 50 yaşından genç hasta ve sağlıklı grubunda PON1 enzim aktivitesi karşılaştırıldı. Buna göre, yaşlılık durumunun paraoksonaz/arilesteraz aktivitesini etkilemediği izlenmiştir. Ayrıca çalışmamızda PON1 enziminin Q/R polimorfizmi incelenmiş olup, fenotip dağılımında ve KAH şiddetinde anlamlı bulguya rastlanılmamıştır. R-alelinin lipid oksidasyonuna karşı iyi koruma sağlamadığı yapılan çalışmalarla gösterilmiştir. Çalışmamızdaki 50 yaş üstü AKS hastalarında fenotip dağılımında elde edilen anlamlı sonuca göre, RR fenotipi genç yaşta ateroskleroza yatkınlığı göstermektedir ancak tek başına bunu kanıtlar nitelikte değildir. PON1 enzim aktivitesi ve genotip dağılımının AKS tanısını koymada ve risk sınıflandırılmasında işlevselliğine veya aterosklerozla olan ilişkisine ait belirgin bir kanıt saptanmamıştır. Anahtar Kelimeler: Paraoksonaz, Arilesteraz, Akut Koroner Sendrom, PON, YaşPublication Open Access Acil serviste kardiyopulmoner resüsitasyon uygulanan erişkin hastalarda serum SCUBE 1 düzeyinin spontan dolaşımın geri dönüşü ile ilişkisi / The relationship between serum SCUBE 1 levels and return of spontaneous circulation in adult patients who underwent cardiopulmonary resuscitation in the emergency departmentYILMAZ, CAHİT; GÜLEN, BEDİAAmaç: Signal peptide-CUB (complement C1r/C1s, Uegf, and Bmp1)-EGF (epidermal Growth factor)-like domain-containing protein 1 (SCUBE 1)'in son güncel çalışmalarda miyokart enfarktüsü, inme, mezenter iskemi, gastrik kanser gibi hastalıklarda biyobelirteç olarak kullanılabilirliği üzerinde durulmuştur. Bu çalışmada kardiyopulmoner resüsitasyon (KPR) uygulanan hastalardaki SCUBE 1 değerinin spontan dolaşımın geri dönüşü (SDGD) ile ilişkisi araştırıldı. Materyal ve Metod: Acil serviste KPR yapılan 18 yaş üzerindeki gebe olmayan hastalar, KPR sonucuna göre exitus kabul edilenler (grup I) ve SDGD sağlananlar (grup II) olarak iki gruba ayrıldı. İki gruba da 25 hasta alındı. İlk başvuru anında alınan kan örneğinden SCUBE 1 ve diğer rutin biyokimyasal parametreler çalışıldı. Bulgular: İki grup arasında cinsiyet dağılımı ve hastaların yaşı arasında anlamlı farklılık görülmedi (p=0.248). SCUBE 1 değerleri SDGD sağlanan grupta exitus kabul edilen gruba göre anlamlı oranda yüksek bulundu (p=0.002). Cut off 9 ng/mL değerinde duyarlılığı %100, pozitif kestirim değeri %65.8, özgüllük %48, negatif kestirim değeri %100 olan sonuçlar elde edildi. Bakılan diğer parametreler( Hgb, pH, PCO₂, HCO₃, nötrofil lenfosit oranı, lökosit sayısı, Trombosit sayısı, AST, ALT, LDH, CK, CK-MB, Troponin-I, üre, D-Dimer, INR, kreatinin) için iki grup arasında anlamlı farklılık görülmedi (p > 0.05). Sonuç: Çalışmamızda KPR sırasında ölçülen SCUBE 1 değeri SDGD sağlanan hastalarda exitus olanlara göre anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p=0.002). Bu veriler bize KPR'nin sonucu ile ilgili bir öngörüde bulunulabileceğini, ancak daha net yargılar ortaya konulabilmesi için kardiyopulmoner arrest (KPA) etyolojilerine göre daha büyük alt gruplar ile daha kapsamlı çalışma yapılmasına gerek olduğunu düşündürmektedir.Publication Restricted Acil serviste troponin yükselmesini tahmin etmede lökosit, trombosit sayıları ve nötrofil/lenfosit oranının yararı / The benefit of leukocyte and platelet counts and neutrophil/lymphocyte ratio for predicting elevated troponin levels in emergency department(Bezmialem Vakıf University, 2015) Uğurlu, Yusuf; SÖNMEZ, ErtanObjective: We aimed to find out whether the number of leukocyte, platelet and neutrophil / lymphocyte ratio of the patients, who were admitted to the emergency department with the complaints suggestive of acute coronary syndrome (ACS) and who requires troponin monitorization, at admission had positive predictive value in identifying the patients in whom troponin value becomes positive and who are considered as non-st-segment elevation myocardial infarction (NSTEMI). Materials And Methods: Three hundred twenty-eight patients who were admitted to the emergency department with chest pain and the complaints suggestive of ACS and whose electrocardiograms (EKG) did not reveal ST elevation were examined retrospectively. A total of 163 patients whose troponin values were elevated and who were diagnosed with NSTEMI were included as the study group while 165 patients in whom ACS was excluded according to the American Heart Association (AHA) 2014 Non-ST Elevation Acute Coronary Syndrome (NSTE-ACS) management guideline and who were discharged from the emergency department with the diagnosis of non-cardiac chest pain were included as the control group. The leukocyte count, platelet count, neutrophil / lymphocyte ratio and routine tests were compared among groups by the Statistical Package for Social Sciences (SPSS) for Windows 22.0 program. Results: When the patients of the study and control groups were compared in terms of cardiovascular risk factors, the parameters of age, gender distribution, family history, and history of coronary artery disease (CAD) did not show statistical difference between the two groups (p ˃ 0.05) whereas diabetes mellitus, hypertension, hyperlipidemia and smoking rates were found to be significantly higher in the study group compared to the control group (p = 0.006, p = 0.0.009, p = 0.011, p = 0.009). The leukocyte value and neutrophil / lymphocyte ratio were found to be significantly higher in the study group compared to the control group (p <0.001) while the platelet count was found to be significantly lower in the study group compared to the control group (p <0.001). In the Receiver operating curve (ROC) curve analyses, the cutoff value, sensitivity and specificity were determined to be 9.10 * 3 / uL, 74%, 70.8% for leukocyte, 235.10 * 3 / uL, 71.3%, 72% for platelet and 2.5, 84.8%, 71.9% for the neutrophil / lymphocyte ratio, respectively. Conclusion: Having leukocyte value over 9.10 * 3 / uL and neutrophil / lymphocyte ratio over 2.5 and having platelet value below 235.10 * 3 / uL in the initial blood samples of the patients, who were admitted to the emergency department with the complaints suggestive of ACS, predict the patients with troponin increase during monitorization. We suggest that these parameters may be used in conjunction with other cardiac parameters for the diagnosis of NSTEMI in the patients who are admitted to the emergency department with chest pain or the complaints suggestive of ACS and who require troponin monitorization. Keywords: Emergency Room, Acute Coronary Syndrome, Leukocyte, Neutrophil / Lymphocyte ratio, Platelet, TroponinPublication Open Access Acil Tıp Çalışanlarının (KBRN) Kimyasal, Biyolojik, Radyolojik, Nükleer Kazalara Karşı İlgi, Bilgi ve Tutum Durumu Araştırması / Survey on emergency medicine workers' attention, notion and attitude against (CBRN) chemical, biologic, radiologic and nuclear accidents(2019) Dönmez, Mehmet Akif; Gülen, BediaToplumu etkileyen bütün travmatik olaylarda ilk başvuru noktası olan acil servislerin mevcut kaotik yapısına KBRN (kimyasal, biyolojik, radyolojik, nükleer) kaynaklı bir olayda yeni ve karmaşık yüklerin gelmesi kaçınılmazdır. Tez çalışmamızda; kaza, afet, sabotaj ve terör kaynaklı muhtemel KBRN tehditlerine yönelik acil tıp çalışanlarının (acil tıp uzmanı, acil tıp asistanı, paramedik, acil tıp teknisyeni ve hemşireler) hazırlılık durumlarının ölçülmesi hedeflenmiştir. Acil servis çalışanlarının KBRN tehditleri ve kazalarına yönelik ilgi, bilgi ve tutumlarının yanısıra hastane ve acil servislerin fiziki donanımlarının ve acil servis-hastane, hastane-ilgili kurumlar (AFAD, Sağlık Bakanlığı, UMKE vb.) arası KBRN koordinasyonunun tesbiti; KBRN hazırlığında eksikliklerin giderilmesine ve yol haritasının ortaya konulmasına katkı sağlayacaktır. Üniversite, devlet ve özel hastanelerdeki acil tıp çalışanlarına yüzyüze ve elektronik ortamda ulaşılarak 23 sorudan oluşan bir anket formu uygulanmıştır. Sorulardan üçü demografik bilgilerle ilgili, yirmisi KBRN tehditlerine yönelik farkındalığı, acil servislerin mevcut KBRN hazırlık kapasitesini (dekontaminasyon, kişisel koruyucu ekipman, eğitim ve tatbikat durumu, kurum içi ve kurumlararası koordinasyon) ölçmeye yöneliktir. Çalışmamıza 436 acil tıp çalışanı katılmıştır. Katılımcıların % 42'si (n=183) acil tıp uzmanı , % 17.4'ü (n=76 ) acil tıp asistanı, % 8.3'ü (n=36) acil tıp teknisyeni, % 11.5'i (n=50) paramedik, % 20.9'u (n=91) hemşiredir. Acil tıp çalışanlarının % 46.6'sı (n=203) KBRN vakalarına yaklaşım konusunda kendisini geliştirmek istediğini , % 39'u (n=170) KBRN konusunun şu an öncelikleri arasında olmamakla birlikte konunun öneminin farkında olduklarını ifade etmişlerdir. Karşılaşılan KBRN vakalarında % 39,9 (n=174) oranlı kimyasal maddeleri, % 12,4 (n=54) oranıyla tehlikeli/patlayıcı maddeler izlemektedir. Ankete katılan acil tıp çalışanlarının % 61.8'i (n=268) KBRN konusunda klinisyenlere yönelik KBRN eğitimi almadığını belirtmiştir. Eğitim alanların %88.3'ü (n=145) teorik düzeyde temel tıbbi KBRN eğitimi almıştır. KBRN tatbikatıyla ilgili bilgisi olmayanlar ve yapılan tatbikata katılmayanların toplamı % 87.6 (n=382)'dir. Katılımcıların sadece % 12.4'ü (n=54) hastane içi veya acil servis bünyesinde KBRN tatbikatına iştirak etmiştir. Anketimizi cevaplayanların %13,4'ü (n=60) hastane içi KBRN hazırlığına yönelik koordine birimiyle aktif irtibatlı olduğunu ifade etmiştir. Acil servise gelecek bir KBRN vakasında görev çerçevesi belirlenmemiş kişi sayısı % 81 (n= 353), muhtemel bir KBRN olayında uygulanması gereken prosedürlere yönelik bilgisi bulunmayan çalışan sayısı ise % 77,3'lük (n=337) orana tekabül etmektedir. Şüpheli bir KBRN olayında kişisel koruyucu ekipman giyebilecek durumda olan (mevcudiyetini ve yerini bilen) acil tıp çalışanının % 33,7 (n=147) oranında olduğu görülmüştür. Hastanede/Acil serviste KBRN vakaları için tanı ve teşhis ekipmanlarının mevcut olduğunu ifade edenler % 13,5 (n=59) oranındadır. Kamu tarafından (AFAD, YÖK, Sağlık Bakanlığı) hastaneye/acil servise KBRN hizmet desteği (eğitim, eğitim materyali, tatbikat desteği vb. fon ) sağlandığını beyan eden acil servis klinik şefleri sayısı % 7,1 (n=8)'dir. KBRN Olay Yönetim Sistemi açısından il çapında hastanenin rolünün belirlenmiş olduğu ve ilgili KBRN hizmet yürütücüsü kurumlarla protokolün mevcut olduğunu ifade eden acil servis klinik şeflerinin oranı % 17,2 (n=20)'dir. KBRN kaza ve olayları, hazırlık gerektiren ve ciddiye alınması gereken tehditlerdir. KBRN hazırlığının öneminin bilincindeki acil tıp çalışanları eğitim ve tatbikatla desteklenmeli, acil servislere KBRN kapasitesine yönelik fon sağlanmalı, ekipman ve tesbit cihazlarıyla desteklenmeli, kurum içi ve kurumlararası KBRN koordinasyonun artırılmalıdır.Publication Open Access Açık açılı glokom olgularında minimal invaziv cerrahi tekniği olarak jel stent implantasyonunun etkinlik ve güvenilirliğinin değerlendirilmesi / Evaluation of efficiency and safety of gel stent implantation as minimal invasive surgery technique in open angle glaucoma(Bezmialem Vakıf University, 2018) HAMZAYEV, Igbal; UMURHAN AKKAN, Jülide CananPurpose : To evaluate the performance and safety of an ab interno gel stent, a minimally invasive glaucoma surgery device, in open angle glaucoma Materials and Methods : Medical records of 18 eyes of 15 patients undergone gel implantation with the same surgeon and same technique between June 2016 and April 2017 in the glaucoma unit of our clinic were evaluated retrospectively. Complete success was defined as intraocular pressure (IOP) reduction ≥20% from preoperative baseline without any glaucoma medications while partial success as IOP reduction of ≥20% with medications. Failure was defined as vision loss of light perception or worse, need for additional glaucoma surgery, or <20% reduction of IOP from baseline. Results : Mean intraocular pressure dropped from 20.4±4.1 (15-30) mmHg pre-op to 11±4.1(5-18), 12.6±3.9 (7-20), 13.3±2.7 (8-18), 13.5±3.1 (8-19), and 14.2±3.2 (8-21), 14.2±2.3 (11-17) mmHg at 1 week, 1, 3, 6, and 12 months (p < 0.001, Wilcoxon signed ranks) consecutively. Mean number of medications dropped from 2.2±0.7 preoperatively to 0.5±0.6 (p <0.001) at 1-year follow-up. 46.6% of eyes achieved complete success and 86.6% qualified success. Complications included hyphema in 2 eyes, and implant extrusion in 1 eye, and 1 eyes underwent trabeculectomy. Conclusion : Gel implant was an effective surgical treatment for open-angle glaucoma and a significant reduction in intraocular pressure and glaucoma medication was observed at with an average follow-up of 10.7 ± 2.4 months . Key Words : Ab interno implantation; Gel implant; Minimally invasive glaucoma surgery; Open-angle glaucomaPublication Open Access Açık teknik septorinoplasti yapılan hastalarda estetik sonuçların değerlendirilmesi / Evaluation of aesthetic outcomes in open technique septorhinoplasty patients(2011) KOCAGÖZ, Gamze Didem; PROF. DR. ORHAN ÖZTURANThis study was carried out for comparison of pre- and post-operative facial analyses and relation between skin type and postoperative columellar scar formation in subjects operated with open technique septorhinoplasty.35 subjects were recruited from January 2007 to January 2011 in Bezmialem Vakıf Gureba Training and Research Hospital, 1. Ear-Nose Throat Clinic and Bezmialem Vakif University, Department of Otorhinolaryngology. All subjects had nasal deformities and difficulty breathing from nose. 7 (%20) of the subjects were female, 28 (%80) were male. Mean age of subjects was 31,37±10,95 years (mean±SD, 18-61). Average duration of follow up was 9,97±5,95 months (mean±SD, 6-30).Preoperative and postoperative fotogrametric facial analysis was carried out with Rhinobase software. Nasofrontal angle (NFA), nazolabial angle (NLA), tip projection and columella-lobule ratio were parameters measured for facial analysis. Measurements of male and female subjects were evaluated separately based on their normative values. Postoperative incision scars were evaluated with Stony Brook Scar Evaluation Scale and skin type was evaluated with Fitzpatrick Skin Type Classification. Relation between skin type and scar formation was analysed.Statistical analysis was carried out with NCSS (Number Cruncher Statistical System) 2007&PASS (Power Analysis and Sample Size) 2008 Statistical Software (Utah, USA). Paired Sample t test and Chi-square test was used for interpretation of data. P value of less than 0.05 was accepted as statistically significant.Postoperative measurements of NFA, NLA, tip projection and columella-lobule ratio were statistically closer to normative facial values in male subjects compared to preoperative measurements (p<0.01). Postoperative measurements were closer to normative values but significance of difference was not calculated due to limited number of female subjects.Columellar scars of all cases were evaluated based on Stony Brook Scar Scale: 3 (%8,6) cases scored 1/5; 2 (%5,7) cases scored 2/5; 4 (%11,4) cases scored 3/5; 4 (%11,4) cases scored 4/5 and 22 (% 62,9) cases scored 5/5. `inverse V? incision was used in %54,3 of the subjects (n=19); whereas %45,7 (n=16) subjects received `V? incision. All subjects were evaluated with Fitzpatrick Skin-Type Test: 2 cases were evaluated as type 2 (%5,7); 19 cases type 3 (%54,3); 14 cases type 4 (%40). Skin type and type of columellar incision were not statistically correlated with Stony Brook Scar Scale (p>0.05).Successful results with septorhinoplasty depend on scrutinized preoperative facial analysis. Preoperative analysis should be tailored for each patient?s ethnic origin and facial harmony. We believe in the utmost importance of postoperative follow up with facial analysis for evaluation of long term outcomes of different surgical techniques. Columellar scar healing results depends on careful and delicate closure of columellar incision.Publication Open Access Açık teknik septorinoplasti yapılan olgularda postoperatif bantlamanın ödeme etkisiÖZÜCER, BERKE; ÖZTURAN, ORHANAmaç: Bu çalışma açık teknik septorinoplasti yapılan olgularda, postoperatif bantlamanın (POB) ödem ve cilt kalınlığına etkisinin değerlendirilmesi amacıyla yapıldı. Çalışma Dizaynı: Prospektif, kontrollü, randomize Gereç- Yöntem: Bu çalışma Temmuz 2014 – Ocak 2015 tarihleri arasında Bezmialem Vakıf Üniversitesi, Kulak, Burun ve Boğaz Hastalıkları Anabilim Dalı'nda burundan nefes alma zorluğu ve nazal deformite nedeniyle açık septorinoplasti uygulanan 57 olgu üzerinde yapıldı. Hastalar randomize olarak kontrol (n=20), 2-hafta POB (n=17) ve 4-hafta POB (n=20) gruplarına ayrıldı. Tüm hastalara açık teknik primer septorinoplasti uygulandı. Tüm hastaların preoperatif nazal cilt kalınlıkları lineer 7.5 MHz Ultrason (US) probu kullanılarak nasion, rhinion, supratip ve tip olmak üzere 4 ayrı bölgeden ölçüldü. Bu dört ölçümün ortalaması alınarak ortalama nazal cilt kalınlığı (ONCK) hesaplandı. ONCK ölçümüne göre hastalar en kalından en ince cilde doğru sıralandı. Her gruptaki hastalar kendi içinde ikiye ayrıldı: en yüksek ONCK değerine sahip olan ilk yarısı 'kalın ciltli', diğer yarısı ise 'ince ciltli' olarak tanımlandı. Hastaların eksternal splintleri alındıktan sonra kontrol grubuna ek bir POB uygulanmadı. 2- hafta ve 4-hafta POB gruplarında belirlenen süre boyunca 'sosyal hayatın izin verdiği maksimum sürede' POB uygulandı. Tüm hasta ların postoperatif US ölçümleri posoperatif birinci, üçüncü, beşinci haftalarda ve altınca ayda uygulandı. Bulgular: Olguların yaşları 16 ile 61 arasında değişmekte olup, ortalaması 30,0±11,7 idi. Cinsiyetlere göre dağılıma bakıldığında; olguların %57,9'u (n=24) kadın, %43,1'i (n=33) erkekti. Kontrol grubunun sonuçlarıyla karşılaştırıldığında 4-hafta POB uygulanan grubun supratip cilt kalınlığında anlamlı fark olduğu görüldü (p=0.001). ONCK değeri karşılaştırıldığında ise hem 2-hafta (p=0.021), hem de 4-hafta POB (p=0.007) uygulanan hastalarda anlamlı fark oluştuğu görüldü. Tip bölgesinde POB nin yarattığı fark anlamlıya yakın seviyedeydi (p=0.052). İnce cilti hastalarda yapılan analiz POB'nun bu hasta grubunda etkinliğinin olmadığını gösterdi. Kalın ciltli hastaların analizi ise rhinion bölgesinde (p=0.016) ve ONCK (p=0.010) karşılaştırmalarında anlamlı fark ortaya koydu. Kalın-ciltli hastalarda yapılan POB tip (p=0.058) ve supratip (p=0.065) bölgelerinde anlamlıya yakın fark ortaya koydu. Sonuç: POB nazal cildin üzerinde baskı uygulayarak üzeri örtülen kıkırdak yapıya yapışmasına yardımcı olmaktadır. Draping ve tip definisyonunun cerrahi sonuçta belirleyici olduğu kalın ciltli hasta grubunda özellikle tercih edilebilecek bir yöntemdir.